5053873217 [email protected]

ZAMAN ÖYLE BİR GEÇMİŞ Kİ

Kendimce çıtır çerez diye adlandırdığım ve çoğu bilmem kaçıncı kere tekrar yayınlanan dizilerle dolu bir yaz sezonu kapattık. Yayınlanacak çiçeği burnunda projelerle beraber geçen sezon ekranlarda olan dizilerin yeni sezon bölümlerini de büyük bir merakla bekliyordum.

Lakin şimdiye dek izlediğim diziler açıkçası sadece beni değil pek çok kişiyi hayal kırıklığına uğratmış olacak ki Habertürk ekranlarında reyting değerlendirmesi yapan dizi doktoru Oya Doğan’ da hem söyledikleriyle hem de elindeki verilerle resmen hislerime tercüman oldu.

EMİR’İN YOLU TAM BİR FİYASKO
Öncelikle Adını Feriha Koydum Emir’in Yolu ile ilgili iki satır yazmazsam valla çatlarım. Maalesef yeni sezon bence tam bir fiyasko olmuş ve haliyle daha önce sezon finali ile ilgili yazdığım yazımda geçen tek bir kelimeyi bile bana yediremediler. Emir’in ölüme koşması anlaşılır bir ruh hali olsa da bunu yapma şekli, kullandığı yöntemler falan nasıl desem pek bir fantastik ve yapay olmuş. Daha ne kadar acıların çocuğu Emir nam-ı diğer yaşayan zombi olarak ekranlarda arz-ı endam edecek bilmiyorum ama yeni sezon bölümünün sonunu zor getirdim ve bir diğer haftayı iple çekmek şöyle dursun, Cuma gelmiş geçmiş haberim yok. Diziye renk katmak için katılan oyunculardan bahsetmiyorum bile. Bazı ilişkiler vardır, aslında bitmiştir ama taraflardan biri ya da ikisi de bunu kabullenemediği için ite kaka devam ettirirler. Bu dizi de aynen böyle, bitirmeleri gerekiyordu bitirmediler daha da sarpa sarıyor işler. En azından Unutma Beni, Beni Affet gibi dizilerin olduğu kuşağa geçirseler ya da sadece yaz dönemi yayınlasalar diyorum ama sakalımız yok ki sözümüz dinlensin…

Neyse aslında bu yazımda sadece tek bir dizi ile ilgili hislerimi paylaşmak istiyordum ama çenemi tutamadım yine. Açıkçası sırf bir şeyleri eleştirmiş olmak için laf söylemeyi sevmem, söyleyenleri de bir türlü anlamış değilim. Zaten kalemimi bilenler ya da beni tanıyanlar gerçekten samimi hislerle bir şeyler yazdığımı da bilirler. Bu nedenle şimdi söyleyeceklerim, bu projenin kötü olduğu anlamına gelmiyor tabii ki, sadece benim hissettiklerimden ibaret.

ÖYLE GEÇERKEN ZAMAN NELER DEĞİŞMİŞ?
“Öyle bir geçer zaman ki” nin Aylin’ siz ve Ali kaptansız ilk bölümünü izledim ve ne yalan söyleyeyim, ne olmuş bu diziye yahu? Dedim. Aylin ve Ali Kaptan’ ın meçhule giden yolculukları geçen sezonun son bölümünde belliydi, küçük Osman’ın da büyüyeceğini anlamıştık zaten. Ve bence Gün Koper liseli Osman için çok yerinde bir seçim olmuş. Hem fiziksel olarak hem de ruhsal olarak çok uyumlu buldum. Aynı onun repliklerinin biraz daha olgunlaşmış hallerini öyle benzer bir üslupla söylüyordu ki Koper’in canlandırdığı karakteri bilmesem, aaa bu aynı bizim küçük Osman derdim. Kısacası ben beğendim ama yine de ille de küçük Osman diyenler de olabilir. Aslında Gün Koper’ in yaptığı çok sevilen bir karakterin büyümüş hali olsa da görüntü itibariyle devamdan ziyade karakterin yerini almak gibi bir şey oldu ve bu yüzden bence oldukça riskliydi. O Cemile dünya başına yıkılmışçasına yaşlanmış, çökmüş. Mete ise bildiğimiz genç Ali Kaptan olmuş. Ben çektim Osman çekmesin demiyor da, babasından gördüğünü -kardeşini korumak adına olsa da- kısmen ona uyguluyormuş gibi geldi bana. Soner tıpkı beklediğim gibi yine bir depresyonlarda bir garip hallerde. Bölümde işte budur diyerek izlediğim tek karakter yine Süleyman oldu ve beni hiç şaşırtmadı. Mine Tugay’ ı senelerdir çok beğenerek izlerim. Bu nedenle kadroya katılmış olmasına çok sevindim. Hikayesi de normal ve her zaman olabilecek türden ama hikayesini dizinin kurgusuna bir türlü monte edemedim. Bütünlükten ziyade burada da böyle bir şey oluyor işte der gibi olmuştu. Zehra’nın bale öğretmeni olması da yetmemiş bence, pek bir ayrıksı duruyordu. Berrin, Ahmet ve Hakan bildiğimiz üç ayak masa gibi olmuşlar. Gerçi böyle olacağı, daha Hakan’ın Berrin ve Ahmet’ i birleştirip kendini de kurşunlara siper ettiği bölümlerden belliydi ve olgunca olan buydu ama nedense yine de Hakan hapisten çıktığında sarılıp “teletabi” olmaları biraz garip geldi. Zehra’nın öz babasını Ahmet sanması da hiç sürpriz olmadı. Dönem dizilerinin çoğunda görmeye alışık olduğumuz karşıt görüşlü gruplarla süslü siyasi sahneler de çok yapmacık göründü bu sefer. Gece duvarları yazılamalar yine fena değil de, Osman’ın okulunda çıkan kavgalar gerçeği yansıtmak şöyle dursun hadi bir iki bağırışıp girişelim sonra dağılalım der gibi olmuştu. Aylin ve Soner’in kızına gelince… Küçük Deniz gerçekten çok tatlı ve kıpır kıpır bir kız. Bence oyunculuğu da epey iyi kıvırmış, Osman’ dan sonra kadroya girse de kendisini sevdirmekte hiç zorlanmamıştır diye düşünüyorum. Yalnız küçük Deniz’ i sevelim diye mi yoksa Aylin’in yokluğunda açılan boşluğu doldurabilsin diye mi bilmiyorum, küçük kıza gereğinden fazla dikkat çekilmiş gibiydi. Bazı şeyler bana o kadar yapmacık göründü ki bakın Aylin gitti ama geride hayat dolu ve hepimize mutluluk veren, etrafa neşe saçan bir kız bıraktı diye gözümüze sokar gibiydiler, öyle ki kendimi “ne olur artık şu küçük kızdan farklı bir şey gösterin” derken buldum. Son fragmanda da yeni bir hüsrana uğradım zira Mete ve Osman’ ın aynı kıza tutulmaları kaderin, hele de yeşilçamın kaderiyse, çokça oynadığı bir oyun.

Bilmiyorum nice olacak halimiz, önümüzdeki bölümlerde göreceğiz diyorum ve kendimi, elim mahkum, kaderin ördüğü ağlara bırakıyorum… Bu arada pek bir merhametli gördüm kendimi, başkası olsa çoktaaaan “bizimle deyılsın” derdi.

Başak SULTAN

4+4+4=12 Mİ, YOKSA DAHA FAZLASI MI?

Eveeeeeeet , koca bir yaz tatilini daha geride bıraktık. Başta mini mini birler çalışkan ikiler olmak üzere pek çok öğrenci, birkaç hafta sonra bir eğitim ve öğretim yılına daha başlayacak. Bu eğitim yılını, kokulu pembe silgiler ve renkli kalemlerin coşkusuyla karşılamayı çok isterdim ama maalesef bunun tam aksine- biraz da işin içinde olduğumdan olabilir- bu seneyi büyük bir kaygıyla karşılıyorum.
Günlerdir üzerinde tartışılan çiçeği burnunda yeni eğitim sistemimiz nam-ı diğer 4+4+4 hakkında söylenenleri yinelemek istemiyorum çünkü anladım ki bunun bir faydası yok. Birisi emekli, diğeri emekli olmak üzere olan öğretmen-ayrıca işinin hakkını vermek için kendini paralayan- anne ve babanın çocuğu olduğumdan eğitim camiasında büyüdüm ve bu yüzden eğitimin nasıl bir şey olduğunu kısmen de olsa bildiğimi sanıyorum. Bu yeterli değil diyenler olabilir, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümü son sınıf öğrencisiyim ki bu da bana duyduklarımı değerlendirmede ve yorumlamada işkembeden atmak yerine bilimsel verilere dayanma olanağı sağlamaktadır.
Gelelim fasulyenin nimetlerine… Gönül isterdi ki şu birkaç satırda yüreklerinize su serpebilsem ya da en azından işin tozpembe taraflarını gösterebilsem. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu konu hakkında şimdiye dek söylenenleri- samimi olmak gerekirse uzmanların ve kafası karmakarışık ebeveynlerin feryatlarını- tekrar etmek istemiyorum. Zaten onca uzmandan sonra sadece öğrenci olan birinin görüşleri sanıyorum ki konuya farklı bir ekleme yapmayacaktır. Öyleyse niye ağzını açıyorsun be çocuk? diyebilirsiniz. Aslında bu yazımı kaleme almama sevgili Enver Aysever’ in Aykırı Sorular programı neden oldu. Aysever 3 Eylül 2012 tarihli programında ODTÜ Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. M. Yaşar Özden ile 4+4+4 sürecini değerlendirdi. Daha önce de Prof. Dr. Yankı Yazgan ile aynı konuda konuşmuştu. Yine muhteşem sorular sordu dememe gerek yok sanırım ve bence bilimsel verilere dayanan hiç de aykırı olmayan cevaplar bizleri yine aynı noktalarda buluşturdu. Yeni sistemin çocukların gelişim dönemi özelliklerine uygunluğu, madem oyun oynanacak bunu neden okul öncesi adı altında yapılmadığı, okul öncesi öğretmenlerinin görevlerini gerekli bilgiye sahip olmayan sınıf öğretmenlerine vermenin sakıncaları, yeni sistemle ilgili bilinmeyenlerin yarattığı kaygılar vb.
Söyleşi sırasında Özden, 2005’te eğitimde yapılan radikal değişiklikten sonra günümüze kadar 7 yılın geçtiğini, eğitimde bir reformu değerlendirip çöpe atmak için ya da onunla ilgili radikal değişiklikler yapmak için 7 yılın yeterli bir süre olmadığını belirtti. Ayrıca tasarının onlara, fikirlerini almak için sunulan haliyle, onaylanan son hali arasında farklılıklar olduğunu söylediğinde öyle şaşırdım ki eminim gözlerimi pörtletmişimdir. Böyle bir şey gerçekten mümkün müdür? Evimize halı seçmiyoruz, sayısız çocuğun ve insanın hayatını etkileyebilecek bir karar alıyoruz. Söyleşinin son dakikalarında Aysever sayın bakanım soruyor diyerek Özden’e sorularıma soru, kaygılarıma kaygı ekleyen bir mesaj iletti. -Bu mesaj tam olarak 37:12. dakikada başlıyor. Programın tekrarına http://tv.cnnturk.com/aykirisorular sayfasından ulaşabilirsiniz. – Mesajda beni bu denli etkileyen cümlelere gelince: “Bizim elimizde de farklı akademik raporlar var bakanlığımızda çalışanların %60 ı bu alanda doktora yapmış insanlar onların farklı değerleri var. … Madem ki ODTÜ’den bilim adamı bunu söylüyor şu ifadesini altüst edecek bir şey. Okul temelli akademik bilgilerden bahsediyor yani 66 aylık çocuğa akademik bilgi vereceğimizi var sayıyor. O varsayım yanlış. Biz 66 aylık çocuğu aldıktan sonra hemen okul temelli akademik eğitime başlamayacağız.”
Öyleyse bilgilerimiz eski midir? –Çünkü şimdiye dek duyduğum hemen her yorum, senelerdir girdiğim derslerde öğrendiğim ve baktığım her kitapta okuduğum bilgilere dayanıyor. – Gerçi söyleşi sırasında sayın Özden, sadece “O bilgiler eski?” demenin pek bir anlamı olmadığını çünkü sırf bu cümleye dayanarak adım atılamayacağını, muhakkak yerine bilimsel bir veri konulması gerektiğini de belirtmişti. Peki şimdi bu durumda biz geçerliği olmayan bilgilerle mi eğitilip, yine aynı bilgilerle mi KPSS gibi sınavlara giriyoruz? Mesleğe o “eski” bilgilerle mi adım atıyoruz? Söylendiği gibi daha güncel bilgiler söz konusu ise, bunları başta eğitimci adayı olan öğrenciler olmak üzere tüm eğitimcilere duyurmak gerekmez mi? Bir diğer ayrıntı da şu, madem çocuklar akademik bilgi almayacak, oyun oynayacak, neden bu işi eğitimini almış kişilere vermiyorlar da, kısa süreli seminer destekleriyle sınıf öğretmenlerini ekstradan strese sokuyorlar ? Ya da dediğim gibi her şeyin bir açıklaması varsa anlatsalar da hepimiz rahatlasak. Oyun hamuru yerine konan çocuklardan hiç bahsetmiyorum bile zira olan -pek çok zaman olduğu gibi- yine çocuklara olacak. Ebeveynleri ve öğretmenleri bir yana bırakalım, olası zararlardan en çok etkilenen, bunlarla baş etme potansiyeli görünürde en düşük olan ne yazık ki çocuklar. Ve onlar bizim çocuklarımız.
Geçtiğimiz sene bahar döneminde çok sevgili hocam Dr. Seval Eminoğlu Küçüktepe’ den aldığım Rehberlikte Program Geliştirme dersinde, tek bir dersin bile programının hazırlanmasının ne kadar emek istediğini, ne kadar zorlu bir süreç olduğunu gördüm. Üstelik bu dersi aşamaları ezberleyerek değil, gayet işin mantığında ne var onu görerek tamamladım. Tabii ki şimdi size bu süreci tek tek yazacak değilim.-Meraklısına özel olarak anlatabilirim- Burada sadece herhangi bir dersin programını geliştirmekten de bahsetmiyoruz, koca bir eğitim sistemini yeniden düzenlemekten bahsediyoruz. Madem öyle, onca emekten sonra ortaya bir türlü anlaşılamayan ve kaygı uyandıran bir sistem koymak yerine, sistemin merak edilen tüm unsurlarını açıklayarak kaygıları en aza indirmek daha iyi olmaz mıydı? Hem böylece ortaya çıkardığınız ürün eleştiri ve kaygı üretmektense, hak ettiği değeri daha fazla görmez miydi?
Sorulan her soruya cevap verilebiliyor belki ama okulöncesi öğretmenliği eğitimi almamış sınıf öğretmenlerinin, okulöncesi çağındaki çocuklara eğitim/öğretim verirken hallerinin nice olacağına dair bir cevaba henüz rastlamadım. Söylenen tek şey: “Okuma yazma öğretimine Nisan’da başlanacak, o zamana kadar oyun oynanacak.” Bu yeni sistem bizlere bir oyun oynamasa bari.
Öğretmen Akademisi Vakfı’ nın reklamlarından biri, bir sınıf öğretmeninin öğrencilerine yönelttiği şu soruyla sonlanıyor: Önümüze çok zor bir şey çıkarsa ne diyeceğiz? Çocuklar: Biz bunu yaparız. Sanırım artık elimizden gelen tek şey, bu slogana sıkı sıkı sarılmak. Ama bence bu konuyla ilgili asıl soru şu: Biz bunu yapmalı mıyız?
Sözü daha fazla uzatmayayım. Laf aramızda, buraya kadar suya sabuna dokunmadan fikrimi dile getireceğim diye canım çıktı zaten.

 

Başak SULTAN

GANİ MÜJDE, TWİTTER’DA OYUNCU ARIYOR

Gani Müjde saray entrikalarının anlatıldığı yeni dizisi Harem için Facebook ve Twitter’dan başrol oyuncusu arıyor.

Müjde: “400 kişiyle görüştüm. Kimse içime sinmedi” Senaryosu Gani Müjde’ye ait olan saray entrikalarının anlatılacağı Harem dizisinin fragmanları yayınlansa da başrol oyuncusu hâlâ bulunamadı. Abide Sultan’ı oynayacak başrol kadın oyuncusunu arayan ünlü yapımcı 400 kişiyle görüşse de içine sinen bir oyuncu bulamadı. Sosyal paylaşım sitelerinden oyuncu aradığını duyuran Gani Müjde, kendine güvenenlerin resim yollamasını istedi.

Harem’de Çeşmi Fesat Hatun’u oynayan Başak Sayan ise Gani Müjde’nin istediği oyuncuyu bulacağından kuşkusu olmadığını söyledi. Dizide Küçük Esat rolünü ise Levent Üzümcü canlandırıyor. Üzümcü “Çalışmalarımız çok keyifli gidiyor. Gerçekten komik bir dizi oluyor” dedi.

GEÇEN BİR BAYRAMIN ARDINDAN

Bir reklam izledim ve başladım yazmaya. Malumunuz, bir şeker bayramını daha geride bıraktık. Muhtemelen hepimizin gördüğü o reklamda, küçük bir kız çocuğu- bilmem ne can- elinde telefon genç bir çifti yol boyu “olmaaaazz” diyerek peşinden koşturarak ailesinin evine kadar getiriyor ve “Olmaz, aramak sarılmanın yerini tutmaz.” diyor…
Hani hep eskiden şöyleydi, eskiden böyleydi diyerek başlarız cümleye- ne yalan söyleyeyim, pek çok kişi gibi ben de eskiden bayramlar böyle miydi? diye düşünmeden edemiyorum- ama şimdiki bayramlar nasıl kısmına ne kadarımız bakıyor bilmiyorum. Bu nedenle bu yazıda bir çeşit “ öncesi-sonrası” karşılaştırması yapmak istiyorum. Bilinmediğinden de değil ha, sadece içimi dökmek istediğimden.
Ben çocukken bayram tatillerinde annemin ya da babamın memleketlerine gider, akrabaları görürdük ve bitiminde de bir sonraki bayramda görüşmek üzere vedalaşırdık. Bayram dönüşündeki ilk ders günü okulda öğretmenimiz nerelere gittiğimizi, neler yaptığımızı sorardı. Biz de sırayla anlatırdık. Arkadaşlarımın, ülke içindeki şehirlerle ilgili cümlelerini değil de “Viyana’ya gittik, Singapur’a gittik.” gibi cümlelerini duydukça içimden “Acaba orada kimleri var ki oraya gidiyorlar?” diye geçirirdim. Öyle ya, bayram zamanı büyükler ve akrabalar ziyaret edilir. Hatta hemen herkes dört bir yandan gelir ve senede en azından iki kere herkes bir arada görüşmüş olur. Şimdi fark ediyorum da, daha o zamandan- belki de daha da önceden- başlamış aslında insanların değişen yaşam- daha doğrusu çalışma- koşullarıyla bayram tatillerini akrabayı, eşi, dostu görmekten çok bir dinlenme fırsatı, sıradan bir tatil olarak görmesi.
Çocuklara bayramlıklar alınır, hatta bayramlıklar- pabuçlar da dahil- sabaha kadar başköşede dururdu. Sabah büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öpülür, harçlıklar veya minik hediyeler verilirdi. Şeker, çikolata ya da baklava ikramlarına kolonya kokuları karışır, kalabalık kahvaltı masalarında yiyeceklerden çok şen şakrak sohbetler doyururdu bizi. Uzun zaman sonra bir araya gelen insanlar kah geçmişteki güzel anılardan kah yakın zamandan ve neler yaptıklarından konuşurlardı. Ben hiç şeker toplamaya çıkmadıysam da kapıya gelen çocuklardan şeker toplamanın nasıl bir şey olduğunu bilirim. Kimi büyükler bizzat ziyaret edilir, kimileri telefonla aranırdı. Hem de ne aramak öyle böyle değil, hane içerisinde-tabii dili dönen- büyük küçük herkesin sırayla ahizeyi eline aldığı ve konuşmaya klasik olarak “İyi bayramlar/bayramınız mübarek olsun” ile başlayıp faturaları kabartan ama duyulan mutluluktan dolayı bu- prenses elbisesi misali- kabarık faturaların önemsenmediği konuşmalarla dolu aramalar… Geçmiş zamandan bahsetsem de, bunların çoğu hala devam ediyor. Ama bazı-ufak ya da değil orası sizin takdirinize kalmış- farklarla…
Elbette tüm samimiyetiyle imkanları doğrultusunda devam ettirebilenler ya da yapamayıp, keşke fırsatım olsa da yapabilsem diyenler de vardır. Ama günümüzde artık gelenekleri eskisi gibi yürütmek de zor hatta tehlikeli bir hal aldı. Mesela ekranlarda gördüğümüz trafik kurallarına uyalım, süt içelim, sigarayı bırakın, obeziteye karşı savaş ya da hayvan hakları temalı kamu spotu reklamlar var ya, bayramlardan önce onlara bir de “Çocuklarınızı şeker toplamaya yollamayın, illa bunu yapmalarını istiyorsanız sizler de onlarla gidiniz.” mesajını içeren reklam eklenmeli. Aslında geçmiş bayramlarda yaşanan kötü olaylardan dolayı çeşitli televizyon programlarında bu mesajlar sıkça verildi. Malum, zaman kötü, ne olacağı belli olmuyor. Üstelik bunun büyük şehirle, dinle imanla da ilgisi yok. Görünüşte hiç beklenmeyecek şehirlerden ve insanlardan öyle şeyler çıktı ki anne olmadığım halde, ne kadar dikkatli olunması gerektiğinin bilincine vardım. –Anlaşıldığı üzere muhtemelen çok despot bir anne olacağım.- Zaten şimdiki çocuklar da şeker toplamaktan çok şekerleri seçmeye ya da avuçlamaya, hatta şekerle yetinmeyip üzerine harçlık istemeye çıkıyor gibiler. “İyi bayramlar” cümlesini bir çırpıda zııızzt diye söyleyip, harçlık istiyorlar uzun uzun! Abartmıyorum, mesela ben de öğrenciyim öğrenciden harçlık istenmez diyorsun, sen ne okuyorsun bizden daha büyüksün harçlığın daha fazladır o zaman ondan verirsin diyebiliyorlar.
Sonra, sözüm ona köylerimiz bir avuç birbirini bilen insandan oluşur ve samimi içten ailelerle doludur. Bu insanlar yardımseverdir ve kafa dinlemek için bile gidilebilir, güvenli yerlerdir ya? Hani çoluğu çocuğu şehirde sokağa bırakamazsın ama küçük yerlerde bir şey olmazdır falan. Maalesef yok artık öyle bir şey! Yani bunun bir garantisi kalmadı çünkü geçtiğimiz sene el kadar köylerde ne olaylar döndü, ne cinayetler işlendi de aylarca ne ceset ne faili bulunamadı. Öyle ki insanın aklı almıyor, hadi bir vahşettir oldu, nasıl olur da ortaya çıkarılamaz? Zaten orada kaç kişi var ki? gibi bir sürü soruyu peş peşe soruyorsun da cevabı ya çok geç alıyorsun ya da hiç alamıyorsun… Demem o ki, büyük şehir tehlikeli küçük yerlere göç etmeli tezi çoktan çürüdü.
Geliştirilen teknolojinin en önemli amaçlarından biri şüphesiz ki insanların işini kolaylaştırmaktı. Örneğin, günlerce süren yollardan sonra iletilen mektupların yerini birkaç tuşla insan sesine bırakan telefon mucizevi bir buluştu. Eskiden “Onun elleri değdi, onun kokusunu taşıdı bana” diyerek defalarca dokunup hunharca koynumuza sardığımız mektuplar yerini maillere bıraktı, tamam hızından dolayı çok iyi oldu ama o mektubu yazarken gözlerden kağıda düşen iki damla yaş da buhar oldu uçtu. Birbirimizin el yazısını tanımaz olduk. Sanırım önceleri mektup yazanın cümleleri kurarken seçtiği sözcükler, yazısı, mektubun biçimi kısacası mektuba verdiği özen, onun yolladığı kişiye duyduğu sevgiyi ve saygıyı da gösteriyordu. Kim derdi ki bir gün en özel dileklerimizi bile yanımızda olamadığı için sesimizle konuşarak iletmek yerine yazılı mesajlara- mesaj karakterlerinden de kırparak: merhaba yerine mrb gibi- sığdırmayı tercih edeceğimizi? Hatta aramızda yarım saat mesafe varken bir yüzünü göreyim demek yerine telefonla bayram tebrik edeceğimizi? Duygularımızı bu kutulara hapsedip bu noktaya geleceğimizi bilselerdi yine de onca icadı yaparlar mıydı? Yanlış hatırlamıyorsam neredeyse tamamında birbiriyle sürekli mesajlaşarak konuşan insanlar olan bir reklam izlemiştim. Hemen her yerde, iş yerinde, ofiste, evde akşam yemeğinde hatta yatmadan önce iyi geceler derken bile mesajlaşıyorlardı ve reklam telefonların bir kenara bırakılmasıyla sonlanıyordu. O reklamı gördüğümde normalde olması gereken şeylerken artık bunlara yönlendirilecek hale geldiğimizi anladım ama aslında bunu anlamak, buna inanmak istemedim! Anlayamadığım şey şu: Senelerdir –firmalar ve ürünler farklı olsa da -reklamlar hemen hemen aynı temalara sahip: Büyükler ziyaret edilir, eller öpülür, şekerler alınır ve toplu şekilde sevinçli mutlu aile/mahalle tabloları oluşur. Olması gereken hala buysa neden biz bunun dışında yollara yöneliyoruz?
Tabii ki değişim kaçınılmazdır ve sonuçta tüm bunlar da değişimlerin sonucunda ortaya çıkıyor. Aslında bu değişiklikleri sadece bayramlarda görmüyoruz, bayramlar deyimi yerindeyse farkların gözümüze sokulduğu zaman dilimlerinden biri. Ama bence ne yöne doğru gittiğimize de bakmalıyız. Belki de her değişimde ferahlık yoktur? Tüm bunlara baktığımda, sanırım hala değişmeyen iki şey var: Bunlardan birisi her bayram sabahı bir şekilde bir yerden duyduğumuz rahmetli Barış Manço’ nun “Bugün bayram” şarkısı, diğeri de ürünü ne olursa olsun benzer temalara sahip içeriğinden az evvel bahsettiğim reklamlar. Bunlar dışında ne mikrobumuz eski mikrop ne de insanımız eski insan. Madem öyle, cümleten ayağımızı denk alalım azizim.

 

Başak SULTAN

O KONUŞSA BİZ DİNLESEK…

Kalp Ağrısı, Başka Dilde Aşk, Bu Son Olsun, Bir Avuç Deniz ve Keşanlı Ali Destanı… Her bir projede bambaşka karakterlerle izleyici karşısına çıkan Tuğrul Tülek Başak Sultan’ın sorularını yanıtladı

Bazı insanlar hayatı gözleriyle, bazıları tenleriyle, bazıları burunları bazıları ise kulaklarıyla yaşar. Ben daha çok burnuyla ve kulaklarıyla yaşayanlardanım. Yaşadığım dünyayı genelde önce onlarla algılıyorum. Bu nedenle onun sesini ilk duyduğumda büyülenmiştim. Tarif edemeyeceğim bir etkisi vardı. Kalp Ağrısı’nda Zeki  karakterini canlandırıyordu. Dizi fazla uzun sürmedi ya da bana yetmedi. Sonra kendisini başka projelerde takip etmeye çalıştım. Mesela “Başka dilde aşk”ta dikkatimi çekebilecek daha farklı unsurlar varken ben bir an önce “Kamuran” gelsin, onu konuştursunlar, ee hani Kamuran? diyordum, ama onun yerine daha çok ablası konuşuyordu. Film bitti. Kamuran fazla konuşmadı. “Bu son olsun” da Tayfun öldüğünde ben de mahkumlar gibi eylem yapmak istedim. Her şeyden öne bir fikir adamıydı Tayfun. Nasıl ölebilirdi? Daha ondan dinleyeceğim çok şey vardı, ille de ölecekse en azından filmin sonlarında ölseydi!  “Bir avuç deniz” de eğlenceli bir adam ve aynı zamanda tatlı bir aşık nasıl olunur bize gösterdi. Hele  eşi Aylin’in arkasından denize “Geliyorum aşkıııım” diyerek bir atlayışı vardı ki sormayın. Film boyunca Mert ne yapacak kime gidecek diyenlerle kıyaslandığımda, ben daha ziyade “Eee nerde bu Aylinle Bora? Çıksınlar artık meydana.” diyordum. Onu en son Keşanlı Ali Destanı’nda Sipsi Selim olarak izledik. “Her şey olabiliyor herkes olabiliyor yahu bu adam!” dedim kendi kendime. Henüz tiyatro sahnesinde izleme fırsatım olmadı ama umarım bir gün o da olur. Tabii ki Tiyatro DOT oyuncularından Tuğrul Tülek’ ten bahsediyorum.

Ben oyunculuktan anlamam bu nedenle sadece bir izleyici olarak baktığımda, bence yer aldığı projelerde küçük dokunuşlarla hikayeye anlam katarak hep bir gizli kahraman etkisi yaratıyor. Hatta bunu bir kaş kaldırışıyla ya da bir kafa sallayışıyla bile yapıyor. Kendisini daha çok başrollerde görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hani bir filmi ya da diziyi izlerken-bazen pek de bilmiş havalarla- “Burası böyle iyi olmamış, bence şöyle olmalıydı.” diye yorumlar yaparız ya, itiraf ediyorum, izlediklerim arasında yönetmene en fazla çıkıştıklarım Tuğrul Tülek’ in yer aldıklarıdır. Tahmin etmek zor olmasa gerek, bu çıkışmalarım “Niye bu adamı daha fazla görmüyoruz? Niye daha fazla konuşmuyor?” gibi cümlelerle doludur. Tabii bu senin doyumsuzluğun da diyebilirsiniz, sonuçta o senaryolar kim bilir ne emeklerle yazılıyordur. Ama ne yalan söyleyeyim, yine bir filmde onu beklediğimden daha az görürsem ya da duyarsam, biliyorum ki bu konuda küçük bir kız çocuğu gibi “Bana ne bana ne daha çok replik koysalardı” diye senariste, yönetmene- artık önüme kim gelirse- verip veriştiririm.

Ve bu gizli kahraman aynı zamanda çok da kibar.  Bilmediğin sularda niye yüzüyorsun be Başak demedi, beni kırmadı, kırmadığı gibi ciddiye de alarak bana vakit ayırdı. Bu nedenle sözü daha fazla uzatmadan sevgili Tuğrul Tülek’ in bizler için samimiyetle cevapladığı sorulara geçiyorum.

Sizi en son ekranlarda Keşanlı Ali Destanı’nda Sipsi Selim olarak ve Bu Son Olsun filminde Tayfun karakterinde izledik. Yakın zamanda yer alacağınız projeleriniz hakkında bizimle neler paylaşabilirsiniz?

Şu aralar yönetmenliğini Osman Tolga’nın yaptığı bir filmde oynuyorum. Bunun dışında DOT’un yeni sezonu için çalışmalar sürüyor. Çok yakında provalarına başlayacağımız yeni oyunlar var ancak şimdi isimlerini vermek için erken.

 

Bir rolü oynamayı kabul ederken nelere dikkat edersiniz?

Rolün daha önce yaptığım şeyleri çok andırmamasına ve farklı şeyler deneyebileceğim imkanlar sunmasına dikkat ederim. Bir de tabi projenin durduğu yer, anlattığı hikaye de çok önemli bir etken.

Şimdiye dek oynadığınız roller içerisinde karakterinizle en fazla özdeşleştiğini düşündüğünüz rol hangisi?

Açıkçası hiç böyle bir rol olmadı, yani kendi karakterime çok yakın hissettiğim bir rol oynamadım sanırım. Ama enerjinizle bir şekilde oynadığınız rollere kendinizden bir şeyler katıyorsunuz tabi.

Bu zamana kadar hiç oynamadım ama şöyle bir rolde oynamak isterim dediğiniz rol var mı? Varsa nedir?

Yok, hiç yok. Sadece dediğim gibi şimdiye dek hiç oynama şansı bulmadığım rolleri oynamayı çok isterim. Bir de tarihi bir figürü oynamak isterdim.

Peki hiç böyle bir projede yer almadım ama yer almak isterim dediğiniz bir proje var mı? Varsa nedir?

Bir müzikalde yer almayı çok isterim. Oyun da olur, film de olur, dizi de hiç önemli değil. Umarım bir gün gerçekleşir.

Henüz çalışmadığınız ancak birlikte çalışmayı istediğiniz birisi var mı?

İran sinemasından ve Uzakdoğu sinemasından bazı yönetmenlerle çalışmayı çok isterim. Mesela Ashgar Farhadi, Bahman Ghobadi, Wong Kar Wai, Chan-wook Park gibi.

Tuğrul Tülek, Keşanlı Ali Destanı’nda Sipsi Selim karakterini canlandırmıştı.

Her oyuncunun ya da müzisyenin bir hikayesi vardır. Yanılmıyorsam siz de aslında ilk önce Uludağ Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü’ nde daha sonra da ikinci lisans eğitimi olarak Anadolu Üniversitesi Tiyatro Bölümü’ nde okumuşsunuz. Siz de sıkça duyduğumuz gibi küçükken taklitler yaparak mı başladınız? Sizin hikayeniz nedir?

Yok, açıkçası taklit konusunda pek yetenekli değilimdir ben, ancak çocukken oyunlar yazar, mahalledeki arkadaşlarıma roller verir, oyunları yönetir sonra da bizim evin salonunda anne-babalarımıza oynardık. Hala da çok severim yazmayı.

 

Özel hayatında Tuğrul Tülek nasıldır diye sorsak, bu konuda neler söylemek istersiniz?

Bu yanıtlaması zor bir soru. İnsanın kendini anlatması hem zor, hem de çok mantıklı değil gibi gelmiştir bana hep. O yüzden ben sıradan bir günümde nelerle vakit geçirdiğimi paylaşayım, belki daha çok fikir vermiş olurum kendim hakkımda:Genelde boş durmayı sevmem. Güne erken başlamayı severim. Arkadaşlarımla vakit geçirmeyi, okumayı, yeni müzikler dinlemeyi, filmler izlemeyi, spor yapmayı, düşünmeyi. Yani gayet sıradan, kendi zevklerime vakit ayırmaya çalıştığım bir hayatım var.

Günlük hayatta ya da profesyonel iş yaşamınızda olmazsa olmaz dediğiniz şeyler var mı? Varsa nelerdir?

Akıl, hızlı düşünme, pratik çözümler, anlayış, tolerans, işbirliği, açıklık / netlik, dinginlik, saygı, sevgi, özen…

Son olarak hayranlarınızın size ulaşabileceği ve, sizinle ya da projelerinizle ilgili daha detaylı bilgi alabileceği web sitesi vb. bir şey var mı?

Böyle bir site yok, sadece facebookda sağ olsunlar benim adıma açılmış resmi olmayan bir hayran sayfası var o kadar.

Bize vakit ayırdığınız ve içtenliğiniz için çok teşekkür ederim.

Ben çok teşekkür ederim.

 

Dediğim gibi, bence o nadir bulunan seslerden… Nadir bulunan üsluplardan… O konuşsa biz dinlesek… O sahnede olsa biz izlesek.

 Başak SULTAN

DİKKAT! MEHMET ERDEM VE “HERKES AYNI HAYATTA” ALBÜMÜ BAĞIMLILIK YAPIYOR!

O benim aklıma Sınıf dizisi müziklerinden olan “Herkes aynı hayatta” şarkısıyla kazındı ama aslında çok daha fazlasını yapmış -ve o zamanlar henüz bilmesem de yapmaya devam edecek olan- bir adammış. Zira bu aralar hangi kanalı açsam o karşımda, son çıkan albümlerle ilgili kimle konuşsam 5 kişiden en az üçü onun adını söylüyor

Belki hemen herkes onun eserlerini filmlerde ya da dizilerde duymuştur… Ama bu konuya özel bir ilgileri yoksa duydukları o eserlerin kime ait olduğunu bilmeyebilirler. Kendisi Kalbim seni seçti, Avrupa Avrupa ,Leyla ile Mecnun gibi dizilerin müziklerine imza atmış. En yakın arkadaşım da aralıklı olarak birkaç kere kendisinden bahsedince, evet 27 olsak da hala lisedeki gibi şunun şu albümü bunun bu filmi muhabbetleri yapıyoruz, dedim daha yakından bakayım ben şu Mehmet Erdem’e. İyi ki de demişim!
Albümünü baştan sona dinlemekle başlayayım, bir kere dinledikten sonra yazacağım hislerim oluşur nasılsa dedim ve resmi sitesindeki DİNLE ikonuna tıkladım. -Laf aramızda bu ara ilham kovalıyorum, bu gidişle editörüm de beni kovalayacak diye de korkuyorum. Ama bu “ilham” denen şey böyle de nankör bir şey işte, gel dersin gelmez, gelme dersin uykunun ortasında bulur seni uyandırır. Ertesi gün sadece senin anlayacağın bir dilde bir şeyler yazdırır köşesi yırtık ve çay lekeli bir kağıt parçasına! Anlayacağınız “gel diyorum, gelmiyor namıssız!” hallerindeyim.- Neyse konumuza dönelim, bir kere dinledikten sonra patır patır dökülürüm diyordum ama kendimi albüme öyle bir kaptırmışım ki bir de ne göreyim? İlk dinlemeden sonra yazmaya başlamak yerine şarkıların yanındaki ikonlara tıklayarak albümü sil baştan dinliyorum. -Tabi kendime geldiğimde sayfanın sağ tarafında albümü dinle ikonu olduğunuda fark ettim, meğer o ikon yardımıyla bir tıkla tüm albümü dinleyebiliyormuşum. Kendime ve benim gibi şaşkın ördeklere not: Sadece albümü dinlemeye odaklanmayacakmışsın, nasıl dinleyeceğine de dikkat edecekmişsin.- O ana kadar albümü kaç kere dinlemiştim bilmiyorum.
Albümde yer alan bazı şarkılar daha önceden duyduğumuz “Hakim bey, Sen mutlu ol ne olur, Dünya dönüyor” gibi parçaların coverları. Açıkçası ben bir eserin ilk duyduğum haliyle duygusal bir bağ kuruyorum ve yeniden düzenleme ve yorumlara biraz zor alışıyorum, -sadece coverlarda değil, bir şarkının farklı versiyonları için de geçerli bu.- Mehmet Erdem’in coverlarında ise sanki şarkıyı ilk defa o söylemişçesine keyif aldım. Sanki şarkıları albüm için yorumlamamış, kimi zaman konuşur gibi söylemiş kimi zaman bir dost meclisinde -sesi güzel olana şarkı,türkü söylettirirler ya- kendisine “Hadi Mehmet, söyle bir şeyler.” denmesi üzerine söylemiş işte. Albüm böylesine samimi ve mütevazı. En azından bana bunları hissettirdi. 

Bence albümün bir diğer özelliği de pek çok tarzdan tatlar barındırması ve hemen her ruh halinde dinlenebilir olması. Dinlediğim her yeni şarkıda “jazz yapıyor bu adam, yok yok pop yapıyor, arada klasik mi yapmış ne?” gibi cümleler uçuştu beynimde ama sonra dedim ki ne yapıyorsa yapıyor arkadaş, güzel yapıyor! Hatta ben onda bir gizli kahraman havası buluyorum. Müzikal açıdan yorum yapacak haddim yok ama şarkıların düzenlemesi ve yorumu insanın içine gizlice dokunuyor. Kendisini göstermek için süslere püslere bürünmüş bir kadını görmek gibi değil de, daha ziyade onun yanında duran sessiz, sade ve duru güzelliği olan bir kadını fark etmek gibi, dinledikçe keşfediyorsunuz bu gizli cevheri. Mesela sinirliyseniz sakinleşebiliyorsunuz ama bunun nasıl olduğunu bir anda göremiyorsunuz çünkü şarkılar “Ben burdayııııııım, ben yaptııııım” diye bağırmıyor.

‘DÜNYA DÖNÜYOR’ ŞARKISINI DİNLEYİP, KIVIRMAYAN BERİ GELSİN!
Eğer “Her şeyden önce beni dinlendirsin ama “ecnebice” olmasın ne dediğini de anlayım, dilime dolandığında ben de söyleyebileyim” diyorsanız doğru adrestesiniz. Sabah uyku mahmurluğunda işe giderken arabada; dershaneye, kursa, giderken otobüste; akşam çayını-kahvesini içerken eşle dostla, uykuya dalmayı beklerken kısık sesle, kısacası akla gelebilecek her yerde dinlenebilecek hem kıvrak hem dinlendirici bir albüm olmuş. Bu cümlem üzerine Mehmet Erdem’in öne çıkan eserlerini dinleyip “Hadi canım sende, tamam dinlendiriyor da hep aynı tarz hani kıvraklık?” diyenler de olabilir. Oysa hiç de öyle değil, film ve dizilere yaptığı müzikler arasında hareketli ve eğlenceli eserler de var. Hele bir “Dünya dönüyor” coverı var ki sormayın dostlar, ben dans etmem diyenler bile bence kalkıp iki göbecik atar ya da kalkmadan oturduğu yerde en azından sallanıverir. Bu şarkıda kullanılan ensturmanlar bana ABD’li grup Beirut’ u anımsattı, bildiğim kadarıyla onlar da Batı Avrupa ve Balkanlar’a özgü müziği pop müzik ile birleştiriyor, hatta hafiften Indie-Rock tarzını dünya müzikleriyle birleştiriyorlar, sonuç olarak şarkının bu şeklini o kadar beğendim ki “Dilinizde Türkçe sözlerle kulağınızda Balkan esintisi… Ne duruyorsunuz dans edin!” sloganıyla tüm dünyaya yayabilirim.
Madem umuma açık bir şeyler yazıyoruz, gençlerimize iyi örnek olacak noktalarına da biraz vurgu yapalım ama değil mi? Mehmet Erdem İzmir Fen Lisesi’nden mezun olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi’ ni kazanmış, kazanmakla kalmamış Makine Mühendisliği bölümünden mezun olmuştur. -Doğrudan okulu ve mezun olduğu bölümü yazsaydın ne uzattın bu kadar diyenler olursa: Bilenler bilir, o okulu kazanmak bir dert, bitirmek ayrı bir derttir.- Demek ki neymiş arkadaşlar? İyi müzisyen olmak için illa konservatuara gitmek gerekmiyormuş. Gitme imkanınız ya da seçeneğiniz yoksa, hem meslek sahibi olabilir hem de müzisyen olabilirmişsiniz. Yeter ki isteyin, başlayın ve asla pes etmeyin. Mehmet Erdem de yola 5 yaşında mandolin çalarak başlamış.
Aslında Mehmet Erdemle ilgili anlatmak istediğim daha çok şey var ama söyleyeceklerimin çoğunu ve yer aldığı projeleri http://www.mehmeterdemmusic.com/ sitesinde yer alan röportaj linklerinden ya da “hakkında” kısmından da bulabilirsiniz. Samimi olmak gerekirse, yeterince uzattım zaten, daha fazla uzatmayayım. Bu satırları okuyorsanız, bir an önce bitirin ki daha dinlemediyseniz hemen albümü dinleyebilin. Uzun lafın kısası, gidin albümü dinleyin arkadaş! Ben de hala dinliyorum…

 Başak SULTAN