5053873217 [email protected]

Bir reklam izledim ve başladım yazmaya. Malumunuz, bir şeker bayramını daha geride bıraktık. Muhtemelen hepimizin gördüğü o reklamda, küçük bir kız çocuğu- bilmem ne can- elinde telefon genç bir çifti yol boyu “olmaaaazz” diyerek peşinden koşturarak ailesinin evine kadar getiriyor ve “Olmaz, aramak sarılmanın yerini tutmaz.” diyor…
Hani hep eskiden şöyleydi, eskiden böyleydi diyerek başlarız cümleye- ne yalan söyleyeyim, pek çok kişi gibi ben de eskiden bayramlar böyle miydi? diye düşünmeden edemiyorum- ama şimdiki bayramlar nasıl kısmına ne kadarımız bakıyor bilmiyorum. Bu nedenle bu yazıda bir çeşit “ öncesi-sonrası” karşılaştırması yapmak istiyorum. Bilinmediğinden de değil ha, sadece içimi dökmek istediğimden.
Ben çocukken bayram tatillerinde annemin ya da babamın memleketlerine gider, akrabaları görürdük ve bitiminde de bir sonraki bayramda görüşmek üzere vedalaşırdık. Bayram dönüşündeki ilk ders günü okulda öğretmenimiz nerelere gittiğimizi, neler yaptığımızı sorardı. Biz de sırayla anlatırdık. Arkadaşlarımın, ülke içindeki şehirlerle ilgili cümlelerini değil de “Viyana’ya gittik, Singapur’a gittik.” gibi cümlelerini duydukça içimden “Acaba orada kimleri var ki oraya gidiyorlar?” diye geçirirdim. Öyle ya, bayram zamanı büyükler ve akrabalar ziyaret edilir. Hatta hemen herkes dört bir yandan gelir ve senede en azından iki kere herkes bir arada görüşmüş olur. Şimdi fark ediyorum da, daha o zamandan- belki de daha da önceden- başlamış aslında insanların değişen yaşam- daha doğrusu çalışma- koşullarıyla bayram tatillerini akrabayı, eşi, dostu görmekten çok bir dinlenme fırsatı, sıradan bir tatil olarak görmesi.
Çocuklara bayramlıklar alınır, hatta bayramlıklar- pabuçlar da dahil- sabaha kadar başköşede dururdu. Sabah büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öpülür, harçlıklar veya minik hediyeler verilirdi. Şeker, çikolata ya da baklava ikramlarına kolonya kokuları karışır, kalabalık kahvaltı masalarında yiyeceklerden çok şen şakrak sohbetler doyururdu bizi. Uzun zaman sonra bir araya gelen insanlar kah geçmişteki güzel anılardan kah yakın zamandan ve neler yaptıklarından konuşurlardı. Ben hiç şeker toplamaya çıkmadıysam da kapıya gelen çocuklardan şeker toplamanın nasıl bir şey olduğunu bilirim. Kimi büyükler bizzat ziyaret edilir, kimileri telefonla aranırdı. Hem de ne aramak öyle böyle değil, hane içerisinde-tabii dili dönen- büyük küçük herkesin sırayla ahizeyi eline aldığı ve konuşmaya klasik olarak “İyi bayramlar/bayramınız mübarek olsun” ile başlayıp faturaları kabartan ama duyulan mutluluktan dolayı bu- prenses elbisesi misali- kabarık faturaların önemsenmediği konuşmalarla dolu aramalar… Geçmiş zamandan bahsetsem de, bunların çoğu hala devam ediyor. Ama bazı-ufak ya da değil orası sizin takdirinize kalmış- farklarla…
Elbette tüm samimiyetiyle imkanları doğrultusunda devam ettirebilenler ya da yapamayıp, keşke fırsatım olsa da yapabilsem diyenler de vardır. Ama günümüzde artık gelenekleri eskisi gibi yürütmek de zor hatta tehlikeli bir hal aldı. Mesela ekranlarda gördüğümüz trafik kurallarına uyalım, süt içelim, sigarayı bırakın, obeziteye karşı savaş ya da hayvan hakları temalı kamu spotu reklamlar var ya, bayramlardan önce onlara bir de “Çocuklarınızı şeker toplamaya yollamayın, illa bunu yapmalarını istiyorsanız sizler de onlarla gidiniz.” mesajını içeren reklam eklenmeli. Aslında geçmiş bayramlarda yaşanan kötü olaylardan dolayı çeşitli televizyon programlarında bu mesajlar sıkça verildi. Malum, zaman kötü, ne olacağı belli olmuyor. Üstelik bunun büyük şehirle, dinle imanla da ilgisi yok. Görünüşte hiç beklenmeyecek şehirlerden ve insanlardan öyle şeyler çıktı ki anne olmadığım halde, ne kadar dikkatli olunması gerektiğinin bilincine vardım. –Anlaşıldığı üzere muhtemelen çok despot bir anne olacağım.- Zaten şimdiki çocuklar da şeker toplamaktan çok şekerleri seçmeye ya da avuçlamaya, hatta şekerle yetinmeyip üzerine harçlık istemeye çıkıyor gibiler. “İyi bayramlar” cümlesini bir çırpıda zııızzt diye söyleyip, harçlık istiyorlar uzun uzun! Abartmıyorum, mesela ben de öğrenciyim öğrenciden harçlık istenmez diyorsun, sen ne okuyorsun bizden daha büyüksün harçlığın daha fazladır o zaman ondan verirsin diyebiliyorlar.
Sonra, sözüm ona köylerimiz bir avuç birbirini bilen insandan oluşur ve samimi içten ailelerle doludur. Bu insanlar yardımseverdir ve kafa dinlemek için bile gidilebilir, güvenli yerlerdir ya? Hani çoluğu çocuğu şehirde sokağa bırakamazsın ama küçük yerlerde bir şey olmazdır falan. Maalesef yok artık öyle bir şey! Yani bunun bir garantisi kalmadı çünkü geçtiğimiz sene el kadar köylerde ne olaylar döndü, ne cinayetler işlendi de aylarca ne ceset ne faili bulunamadı. Öyle ki insanın aklı almıyor, hadi bir vahşettir oldu, nasıl olur da ortaya çıkarılamaz? Zaten orada kaç kişi var ki? gibi bir sürü soruyu peş peşe soruyorsun da cevabı ya çok geç alıyorsun ya da hiç alamıyorsun… Demem o ki, büyük şehir tehlikeli küçük yerlere göç etmeli tezi çoktan çürüdü.
Geliştirilen teknolojinin en önemli amaçlarından biri şüphesiz ki insanların işini kolaylaştırmaktı. Örneğin, günlerce süren yollardan sonra iletilen mektupların yerini birkaç tuşla insan sesine bırakan telefon mucizevi bir buluştu. Eskiden “Onun elleri değdi, onun kokusunu taşıdı bana” diyerek defalarca dokunup hunharca koynumuza sardığımız mektuplar yerini maillere bıraktı, tamam hızından dolayı çok iyi oldu ama o mektubu yazarken gözlerden kağıda düşen iki damla yaş da buhar oldu uçtu. Birbirimizin el yazısını tanımaz olduk. Sanırım önceleri mektup yazanın cümleleri kurarken seçtiği sözcükler, yazısı, mektubun biçimi kısacası mektuba verdiği özen, onun yolladığı kişiye duyduğu sevgiyi ve saygıyı da gösteriyordu. Kim derdi ki bir gün en özel dileklerimizi bile yanımızda olamadığı için sesimizle konuşarak iletmek yerine yazılı mesajlara- mesaj karakterlerinden de kırparak: merhaba yerine mrb gibi- sığdırmayı tercih edeceğimizi? Hatta aramızda yarım saat mesafe varken bir yüzünü göreyim demek yerine telefonla bayram tebrik edeceğimizi? Duygularımızı bu kutulara hapsedip bu noktaya geleceğimizi bilselerdi yine de onca icadı yaparlar mıydı? Yanlış hatırlamıyorsam neredeyse tamamında birbiriyle sürekli mesajlaşarak konuşan insanlar olan bir reklam izlemiştim. Hemen her yerde, iş yerinde, ofiste, evde akşam yemeğinde hatta yatmadan önce iyi geceler derken bile mesajlaşıyorlardı ve reklam telefonların bir kenara bırakılmasıyla sonlanıyordu. O reklamı gördüğümde normalde olması gereken şeylerken artık bunlara yönlendirilecek hale geldiğimizi anladım ama aslında bunu anlamak, buna inanmak istemedim! Anlayamadığım şey şu: Senelerdir –firmalar ve ürünler farklı olsa da -reklamlar hemen hemen aynı temalara sahip: Büyükler ziyaret edilir, eller öpülür, şekerler alınır ve toplu şekilde sevinçli mutlu aile/mahalle tabloları oluşur. Olması gereken hala buysa neden biz bunun dışında yollara yöneliyoruz?
Tabii ki değişim kaçınılmazdır ve sonuçta tüm bunlar da değişimlerin sonucunda ortaya çıkıyor. Aslında bu değişiklikleri sadece bayramlarda görmüyoruz, bayramlar deyimi yerindeyse farkların gözümüze sokulduğu zaman dilimlerinden biri. Ama bence ne yöne doğru gittiğimize de bakmalıyız. Belki de her değişimde ferahlık yoktur? Tüm bunlara baktığımda, sanırım hala değişmeyen iki şey var: Bunlardan birisi her bayram sabahı bir şekilde bir yerden duyduğumuz rahmetli Barış Manço’ nun “Bugün bayram” şarkısı, diğeri de ürünü ne olursa olsun benzer temalara sahip içeriğinden az evvel bahsettiğim reklamlar. Bunlar dışında ne mikrobumuz eski mikrop ne de insanımız eski insan. Madem öyle, cümleten ayağımızı denk alalım azizim.

 

Başak SULTAN