5053873217 [email protected]

ESRA AKKAYA’DAN “KOÇ GİBİ OYUNCULUK”

Esra Akkaya, Akkademi Tiyatro’da “Koç Gibi Oyunculuk” atölyesiyle derslere başlayacak.

Üç yıl önce kardeşleri Kaya ve Sarp Akkaya ile birlikte Akkademi Tiyatro’yu kuran Esra Akkaya, yeni eğitim döneminde ‘Koç gibi oyunculuk” adı altında oyunculuk metodlarını içeren bir atölye çalışmasının eğitimini verecek. Akkaya, Göztepe Galip Paşa Köşkü’nde Eylül ayında öğrencileriyle birlikte tarihin izlerini taşıyan köşkte eğitim vermeye başlayacak.

Eğitim konusunda oldukça hassas davranan Akkaya, “Bu çalışma koçluğun ve oyunculuğun metotlarını birlikte kullandığımız bir kişisel gelişim atölyesi. Koçluk metotlarıyla oyunculuk metotlarını birleştiriyor. İçgörü kazanmayı sağlarken bunun oyunculuğa ve oyunculuğun da kendi içinde iç görü kazanmasını hedefliyor. Bu da bulunduğunuz yeri anlamanızı ve gitmek istediğiniz noktadaki yol planını hazırlamanızı kolaylaştırıyor. Aynı zamanda özgüveninizin önündeki blokajlar için buz kıracağı etkisi yapıyor” diye konuştu.

7’den 77’ye herkese açık olan Akkademi Tiyatro’da geçtiğimiz ay evlenen Kaya Akkaya’da aktif olarak ders verecek. Suskunlar dizisiyle büyük beğeni toplayan Sarp Akkaya’da dizinin dışında yine öğrencilerle Akkademi Tiyatro’da bir araya gelecek. Akkademi Tiyatro’nun yeni eğitim kadrosunda Tamer Güler ve yine Suskunlar dizisindeki Sait karakteriyle dikkat çeken Reha Özcan’da ders verecek olan isimlerden biri…

Oyunculuk ve kişisel gelişim atölyeleri, oyuncunun yolu, konservatuara hazırlık, yaratıcı drama, gençlerle drama atölyesi ve her ay düzenlenecek workshop’larla Eylül ayında eğitim sezonunu açacak olan Akkademi Tiyatro Göztepe Galip Paşa Köşkünde oyunculuğa gönül verenlere ve kendini keşfetmek isteyen herkese açık. Akkademi Tiyatro’da 30 haftalık bir eğitim programı uygulanacak.

Akkademi Tiyatro İstanbul

BU FOTOĞRAF ULUDAĞ’DA ÇEKİLDİ!

Uludağ’da çekilen ve Samanyolu’nun büyüleyici güzelliğini gözler önüne seren fotoğraf göreni şaşırtıyor.

Tunç Tezel tarafından çekilen fotoğraf, 2012 yılının Astronomi fotoğrafı seçildi. Fotoğraf dünyaca ünlü Mother Nature Network adlı sitede yayınlanıyor.

4+4+4=12 Mİ, YOKSA DAHA FAZLASI MI?

Eveeeeeeet , koca bir yaz tatilini daha geride bıraktık. Başta mini mini birler çalışkan ikiler olmak üzere pek çok öğrenci, birkaç hafta sonra bir eğitim ve öğretim yılına daha başlayacak. Bu eğitim yılını, kokulu pembe silgiler ve renkli kalemlerin coşkusuyla karşılamayı çok isterdim ama maalesef bunun tam aksine- biraz da işin içinde olduğumdan olabilir- bu seneyi büyük bir kaygıyla karşılıyorum.
Günlerdir üzerinde tartışılan çiçeği burnunda yeni eğitim sistemimiz nam-ı diğer 4+4+4 hakkında söylenenleri yinelemek istemiyorum çünkü anladım ki bunun bir faydası yok. Birisi emekli, diğeri emekli olmak üzere olan öğretmen-ayrıca işinin hakkını vermek için kendini paralayan- anne ve babanın çocuğu olduğumdan eğitim camiasında büyüdüm ve bu yüzden eğitimin nasıl bir şey olduğunu kısmen de olsa bildiğimi sanıyorum. Bu yeterli değil diyenler olabilir, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümü son sınıf öğrencisiyim ki bu da bana duyduklarımı değerlendirmede ve yorumlamada işkembeden atmak yerine bilimsel verilere dayanma olanağı sağlamaktadır.
Gelelim fasulyenin nimetlerine… Gönül isterdi ki şu birkaç satırda yüreklerinize su serpebilsem ya da en azından işin tozpembe taraflarını gösterebilsem. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu konu hakkında şimdiye dek söylenenleri- samimi olmak gerekirse uzmanların ve kafası karmakarışık ebeveynlerin feryatlarını- tekrar etmek istemiyorum. Zaten onca uzmandan sonra sadece öğrenci olan birinin görüşleri sanıyorum ki konuya farklı bir ekleme yapmayacaktır. Öyleyse niye ağzını açıyorsun be çocuk? diyebilirsiniz. Aslında bu yazımı kaleme almama sevgili Enver Aysever’ in Aykırı Sorular programı neden oldu. Aysever 3 Eylül 2012 tarihli programında ODTÜ Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. M. Yaşar Özden ile 4+4+4 sürecini değerlendirdi. Daha önce de Prof. Dr. Yankı Yazgan ile aynı konuda konuşmuştu. Yine muhteşem sorular sordu dememe gerek yok sanırım ve bence bilimsel verilere dayanan hiç de aykırı olmayan cevaplar bizleri yine aynı noktalarda buluşturdu. Yeni sistemin çocukların gelişim dönemi özelliklerine uygunluğu, madem oyun oynanacak bunu neden okul öncesi adı altında yapılmadığı, okul öncesi öğretmenlerinin görevlerini gerekli bilgiye sahip olmayan sınıf öğretmenlerine vermenin sakıncaları, yeni sistemle ilgili bilinmeyenlerin yarattığı kaygılar vb.
Söyleşi sırasında Özden, 2005’te eğitimde yapılan radikal değişiklikten sonra günümüze kadar 7 yılın geçtiğini, eğitimde bir reformu değerlendirip çöpe atmak için ya da onunla ilgili radikal değişiklikler yapmak için 7 yılın yeterli bir süre olmadığını belirtti. Ayrıca tasarının onlara, fikirlerini almak için sunulan haliyle, onaylanan son hali arasında farklılıklar olduğunu söylediğinde öyle şaşırdım ki eminim gözlerimi pörtletmişimdir. Böyle bir şey gerçekten mümkün müdür? Evimize halı seçmiyoruz, sayısız çocuğun ve insanın hayatını etkileyebilecek bir karar alıyoruz. Söyleşinin son dakikalarında Aysever sayın bakanım soruyor diyerek Özden’e sorularıma soru, kaygılarıma kaygı ekleyen bir mesaj iletti. -Bu mesaj tam olarak 37:12. dakikada başlıyor. Programın tekrarına http://tv.cnnturk.com/aykirisorular sayfasından ulaşabilirsiniz. – Mesajda beni bu denli etkileyen cümlelere gelince: “Bizim elimizde de farklı akademik raporlar var bakanlığımızda çalışanların %60 ı bu alanda doktora yapmış insanlar onların farklı değerleri var. … Madem ki ODTÜ’den bilim adamı bunu söylüyor şu ifadesini altüst edecek bir şey. Okul temelli akademik bilgilerden bahsediyor yani 66 aylık çocuğa akademik bilgi vereceğimizi var sayıyor. O varsayım yanlış. Biz 66 aylık çocuğu aldıktan sonra hemen okul temelli akademik eğitime başlamayacağız.”
Öyleyse bilgilerimiz eski midir? –Çünkü şimdiye dek duyduğum hemen her yorum, senelerdir girdiğim derslerde öğrendiğim ve baktığım her kitapta okuduğum bilgilere dayanıyor. – Gerçi söyleşi sırasında sayın Özden, sadece “O bilgiler eski?” demenin pek bir anlamı olmadığını çünkü sırf bu cümleye dayanarak adım atılamayacağını, muhakkak yerine bilimsel bir veri konulması gerektiğini de belirtmişti. Peki şimdi bu durumda biz geçerliği olmayan bilgilerle mi eğitilip, yine aynı bilgilerle mi KPSS gibi sınavlara giriyoruz? Mesleğe o “eski” bilgilerle mi adım atıyoruz? Söylendiği gibi daha güncel bilgiler söz konusu ise, bunları başta eğitimci adayı olan öğrenciler olmak üzere tüm eğitimcilere duyurmak gerekmez mi? Bir diğer ayrıntı da şu, madem çocuklar akademik bilgi almayacak, oyun oynayacak, neden bu işi eğitimini almış kişilere vermiyorlar da, kısa süreli seminer destekleriyle sınıf öğretmenlerini ekstradan strese sokuyorlar ? Ya da dediğim gibi her şeyin bir açıklaması varsa anlatsalar da hepimiz rahatlasak. Oyun hamuru yerine konan çocuklardan hiç bahsetmiyorum bile zira olan -pek çok zaman olduğu gibi- yine çocuklara olacak. Ebeveynleri ve öğretmenleri bir yana bırakalım, olası zararlardan en çok etkilenen, bunlarla baş etme potansiyeli görünürde en düşük olan ne yazık ki çocuklar. Ve onlar bizim çocuklarımız.
Geçtiğimiz sene bahar döneminde çok sevgili hocam Dr. Seval Eminoğlu Küçüktepe’ den aldığım Rehberlikte Program Geliştirme dersinde, tek bir dersin bile programının hazırlanmasının ne kadar emek istediğini, ne kadar zorlu bir süreç olduğunu gördüm. Üstelik bu dersi aşamaları ezberleyerek değil, gayet işin mantığında ne var onu görerek tamamladım. Tabii ki şimdi size bu süreci tek tek yazacak değilim.-Meraklısına özel olarak anlatabilirim- Burada sadece herhangi bir dersin programını geliştirmekten de bahsetmiyoruz, koca bir eğitim sistemini yeniden düzenlemekten bahsediyoruz. Madem öyle, onca emekten sonra ortaya bir türlü anlaşılamayan ve kaygı uyandıran bir sistem koymak yerine, sistemin merak edilen tüm unsurlarını açıklayarak kaygıları en aza indirmek daha iyi olmaz mıydı? Hem böylece ortaya çıkardığınız ürün eleştiri ve kaygı üretmektense, hak ettiği değeri daha fazla görmez miydi?
Sorulan her soruya cevap verilebiliyor belki ama okulöncesi öğretmenliği eğitimi almamış sınıf öğretmenlerinin, okulöncesi çağındaki çocuklara eğitim/öğretim verirken hallerinin nice olacağına dair bir cevaba henüz rastlamadım. Söylenen tek şey: “Okuma yazma öğretimine Nisan’da başlanacak, o zamana kadar oyun oynanacak.” Bu yeni sistem bizlere bir oyun oynamasa bari.
Öğretmen Akademisi Vakfı’ nın reklamlarından biri, bir sınıf öğretmeninin öğrencilerine yönelttiği şu soruyla sonlanıyor: Önümüze çok zor bir şey çıkarsa ne diyeceğiz? Çocuklar: Biz bunu yaparız. Sanırım artık elimizden gelen tek şey, bu slogana sıkı sıkı sarılmak. Ama bence bu konuyla ilgili asıl soru şu: Biz bunu yapmalı mıyız?
Sözü daha fazla uzatmayayım. Laf aramızda, buraya kadar suya sabuna dokunmadan fikrimi dile getireceğim diye canım çıktı zaten.

 

Başak SULTAN

AYŞENİN RUHU HUZURA KAVUŞACAK

36. Montreal Dünya Film Festivali’nde büyük ödülü (Grand Prix) ve FIBRESCI ödülünü İsmail Güneş’in Ateşin Düştüğü yer adlı filmi aldı.


Yeşim Ceren Bozoğlu, Hakan Karahan ve Elifcan Ongurlar’ın başrollerini paylaştığı “Ateşin Düştüğü Yer” Montreal’den iki büyük ödül getirdi. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ağır eleştirilere maruz kalan İsmail Güneş’in filmi Montreal’de büyük ödülün yanı sıra, “dünyanın her köşesinden Uluslararası film eleştirmenleri ve sinema yazarlarının toplandığı örgütün dağıttığı ödül” olan FIBRESCI’yi de aldı.
36 yıldır, festivalin amacı doğrultusunda farklı kültürlere ait yapımlar ön planda tutulup Hollywood yapımlarına pek yüz vermeyen Montreal Film Festivali’nde ödül alan Ateşin Düştüğü Yer’in başrol oyuncularından Yeşim Ceren Bozoğlu “Bizi Avrupa’ya cennetten kendi öyküsünü fısıldayarak geride kalanlara yardım etmemizi isteyen küçük Ayşe getirdi. İsmail Güneş okuduğu bir gazete haberi ile onu duydu ve biz de onun öyküsünü anlatmaya çalıştık “dedi ve devam etti “Umarım herkes bu filmi seyreder, onu duyar ve hepimizi görevimizi yapmış olmanın huzuru ile devam ederiz hayatımıza. Filmimizi izleyen festivaller hemen kabul ediyorlar, ateş bu kez sadece düştüğü yeri değil izleyen herkesin yüreğini yakıyor. Bu hikayenin gerçek olması onları çok şaşırtıyor. Umarım tüm dünya festivallerinde gösterilir ve töreler konusunda hep birlikte bir şeyler yapar Ayşe’nin ruhunu huzura kavuştururuz. “

GEÇEN BİR BAYRAMIN ARDINDAN

Bir reklam izledim ve başladım yazmaya. Malumunuz, bir şeker bayramını daha geride bıraktık. Muhtemelen hepimizin gördüğü o reklamda, küçük bir kız çocuğu- bilmem ne can- elinde telefon genç bir çifti yol boyu “olmaaaazz” diyerek peşinden koşturarak ailesinin evine kadar getiriyor ve “Olmaz, aramak sarılmanın yerini tutmaz.” diyor…
Hani hep eskiden şöyleydi, eskiden böyleydi diyerek başlarız cümleye- ne yalan söyleyeyim, pek çok kişi gibi ben de eskiden bayramlar böyle miydi? diye düşünmeden edemiyorum- ama şimdiki bayramlar nasıl kısmına ne kadarımız bakıyor bilmiyorum. Bu nedenle bu yazıda bir çeşit “ öncesi-sonrası” karşılaştırması yapmak istiyorum. Bilinmediğinden de değil ha, sadece içimi dökmek istediğimden.
Ben çocukken bayram tatillerinde annemin ya da babamın memleketlerine gider, akrabaları görürdük ve bitiminde de bir sonraki bayramda görüşmek üzere vedalaşırdık. Bayram dönüşündeki ilk ders günü okulda öğretmenimiz nerelere gittiğimizi, neler yaptığımızı sorardı. Biz de sırayla anlatırdık. Arkadaşlarımın, ülke içindeki şehirlerle ilgili cümlelerini değil de “Viyana’ya gittik, Singapur’a gittik.” gibi cümlelerini duydukça içimden “Acaba orada kimleri var ki oraya gidiyorlar?” diye geçirirdim. Öyle ya, bayram zamanı büyükler ve akrabalar ziyaret edilir. Hatta hemen herkes dört bir yandan gelir ve senede en azından iki kere herkes bir arada görüşmüş olur. Şimdi fark ediyorum da, daha o zamandan- belki de daha da önceden- başlamış aslında insanların değişen yaşam- daha doğrusu çalışma- koşullarıyla bayram tatillerini akrabayı, eşi, dostu görmekten çok bir dinlenme fırsatı, sıradan bir tatil olarak görmesi.
Çocuklara bayramlıklar alınır, hatta bayramlıklar- pabuçlar da dahil- sabaha kadar başköşede dururdu. Sabah büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öpülür, harçlıklar veya minik hediyeler verilirdi. Şeker, çikolata ya da baklava ikramlarına kolonya kokuları karışır, kalabalık kahvaltı masalarında yiyeceklerden çok şen şakrak sohbetler doyururdu bizi. Uzun zaman sonra bir araya gelen insanlar kah geçmişteki güzel anılardan kah yakın zamandan ve neler yaptıklarından konuşurlardı. Ben hiç şeker toplamaya çıkmadıysam da kapıya gelen çocuklardan şeker toplamanın nasıl bir şey olduğunu bilirim. Kimi büyükler bizzat ziyaret edilir, kimileri telefonla aranırdı. Hem de ne aramak öyle böyle değil, hane içerisinde-tabii dili dönen- büyük küçük herkesin sırayla ahizeyi eline aldığı ve konuşmaya klasik olarak “İyi bayramlar/bayramınız mübarek olsun” ile başlayıp faturaları kabartan ama duyulan mutluluktan dolayı bu- prenses elbisesi misali- kabarık faturaların önemsenmediği konuşmalarla dolu aramalar… Geçmiş zamandan bahsetsem de, bunların çoğu hala devam ediyor. Ama bazı-ufak ya da değil orası sizin takdirinize kalmış- farklarla…
Elbette tüm samimiyetiyle imkanları doğrultusunda devam ettirebilenler ya da yapamayıp, keşke fırsatım olsa da yapabilsem diyenler de vardır. Ama günümüzde artık gelenekleri eskisi gibi yürütmek de zor hatta tehlikeli bir hal aldı. Mesela ekranlarda gördüğümüz trafik kurallarına uyalım, süt içelim, sigarayı bırakın, obeziteye karşı savaş ya da hayvan hakları temalı kamu spotu reklamlar var ya, bayramlardan önce onlara bir de “Çocuklarınızı şeker toplamaya yollamayın, illa bunu yapmalarını istiyorsanız sizler de onlarla gidiniz.” mesajını içeren reklam eklenmeli. Aslında geçmiş bayramlarda yaşanan kötü olaylardan dolayı çeşitli televizyon programlarında bu mesajlar sıkça verildi. Malum, zaman kötü, ne olacağı belli olmuyor. Üstelik bunun büyük şehirle, dinle imanla da ilgisi yok. Görünüşte hiç beklenmeyecek şehirlerden ve insanlardan öyle şeyler çıktı ki anne olmadığım halde, ne kadar dikkatli olunması gerektiğinin bilincine vardım. –Anlaşıldığı üzere muhtemelen çok despot bir anne olacağım.- Zaten şimdiki çocuklar da şeker toplamaktan çok şekerleri seçmeye ya da avuçlamaya, hatta şekerle yetinmeyip üzerine harçlık istemeye çıkıyor gibiler. “İyi bayramlar” cümlesini bir çırpıda zııızzt diye söyleyip, harçlık istiyorlar uzun uzun! Abartmıyorum, mesela ben de öğrenciyim öğrenciden harçlık istenmez diyorsun, sen ne okuyorsun bizden daha büyüksün harçlığın daha fazladır o zaman ondan verirsin diyebiliyorlar.
Sonra, sözüm ona köylerimiz bir avuç birbirini bilen insandan oluşur ve samimi içten ailelerle doludur. Bu insanlar yardımseverdir ve kafa dinlemek için bile gidilebilir, güvenli yerlerdir ya? Hani çoluğu çocuğu şehirde sokağa bırakamazsın ama küçük yerlerde bir şey olmazdır falan. Maalesef yok artık öyle bir şey! Yani bunun bir garantisi kalmadı çünkü geçtiğimiz sene el kadar köylerde ne olaylar döndü, ne cinayetler işlendi de aylarca ne ceset ne faili bulunamadı. Öyle ki insanın aklı almıyor, hadi bir vahşettir oldu, nasıl olur da ortaya çıkarılamaz? Zaten orada kaç kişi var ki? gibi bir sürü soruyu peş peşe soruyorsun da cevabı ya çok geç alıyorsun ya da hiç alamıyorsun… Demem o ki, büyük şehir tehlikeli küçük yerlere göç etmeli tezi çoktan çürüdü.
Geliştirilen teknolojinin en önemli amaçlarından biri şüphesiz ki insanların işini kolaylaştırmaktı. Örneğin, günlerce süren yollardan sonra iletilen mektupların yerini birkaç tuşla insan sesine bırakan telefon mucizevi bir buluştu. Eskiden “Onun elleri değdi, onun kokusunu taşıdı bana” diyerek defalarca dokunup hunharca koynumuza sardığımız mektuplar yerini maillere bıraktı, tamam hızından dolayı çok iyi oldu ama o mektubu yazarken gözlerden kağıda düşen iki damla yaş da buhar oldu uçtu. Birbirimizin el yazısını tanımaz olduk. Sanırım önceleri mektup yazanın cümleleri kurarken seçtiği sözcükler, yazısı, mektubun biçimi kısacası mektuba verdiği özen, onun yolladığı kişiye duyduğu sevgiyi ve saygıyı da gösteriyordu. Kim derdi ki bir gün en özel dileklerimizi bile yanımızda olamadığı için sesimizle konuşarak iletmek yerine yazılı mesajlara- mesaj karakterlerinden de kırparak: merhaba yerine mrb gibi- sığdırmayı tercih edeceğimizi? Hatta aramızda yarım saat mesafe varken bir yüzünü göreyim demek yerine telefonla bayram tebrik edeceğimizi? Duygularımızı bu kutulara hapsedip bu noktaya geleceğimizi bilselerdi yine de onca icadı yaparlar mıydı? Yanlış hatırlamıyorsam neredeyse tamamında birbiriyle sürekli mesajlaşarak konuşan insanlar olan bir reklam izlemiştim. Hemen her yerde, iş yerinde, ofiste, evde akşam yemeğinde hatta yatmadan önce iyi geceler derken bile mesajlaşıyorlardı ve reklam telefonların bir kenara bırakılmasıyla sonlanıyordu. O reklamı gördüğümde normalde olması gereken şeylerken artık bunlara yönlendirilecek hale geldiğimizi anladım ama aslında bunu anlamak, buna inanmak istemedim! Anlayamadığım şey şu: Senelerdir –firmalar ve ürünler farklı olsa da -reklamlar hemen hemen aynı temalara sahip: Büyükler ziyaret edilir, eller öpülür, şekerler alınır ve toplu şekilde sevinçli mutlu aile/mahalle tabloları oluşur. Olması gereken hala buysa neden biz bunun dışında yollara yöneliyoruz?
Tabii ki değişim kaçınılmazdır ve sonuçta tüm bunlar da değişimlerin sonucunda ortaya çıkıyor. Aslında bu değişiklikleri sadece bayramlarda görmüyoruz, bayramlar deyimi yerindeyse farkların gözümüze sokulduğu zaman dilimlerinden biri. Ama bence ne yöne doğru gittiğimize de bakmalıyız. Belki de her değişimde ferahlık yoktur? Tüm bunlara baktığımda, sanırım hala değişmeyen iki şey var: Bunlardan birisi her bayram sabahı bir şekilde bir yerden duyduğumuz rahmetli Barış Manço’ nun “Bugün bayram” şarkısı, diğeri de ürünü ne olursa olsun benzer temalara sahip içeriğinden az evvel bahsettiğim reklamlar. Bunlar dışında ne mikrobumuz eski mikrop ne de insanımız eski insan. Madem öyle, cümleten ayağımızı denk alalım azizim.

 

Başak SULTAN

METİN AÇIKGÖZ HAYATINI KAYBETTİ

 
İki hafta önce beyin ameliyatı geçiren Metin Açıkgöz, dün gece aniden geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda etti. 1963, İzmir doğumlu Açıkgöz’ün cenazesi yarın kaldırılacak.

Metin Açıkgöz’ün, Yasemince’den En Son Babalar Duyar’a, Çocuklar Duymasın’dan Yalancı Romatik’e kadar hafızalara yer etmiş dizilerin senaryolarında imzası var.

Metin Açıkgöz yine bir Birol Güven projesi olan ve yeni sezonda TRT’de yayınlanacak ‘Zengin Kız Fakir Oğlan’ dizisinin senaryosunu yazıyordu.