5053873217 [email protected]

HAYDİ MİLLET PDR’YE!

 

Atamalara yaklaştığımız bu günlerde gündemde yer alan konulardan biri de alan çatışması. Nedir bu alan çatışması? Olay şöyle ortaya çıkıyor: Felsefe grubu mezunlarının bir kısmı- dikkat edin lütfen hepsi demiyorum ve sözlerim bu bahsettiğim bir kısım mezun içindir- rehberlik ve psikolojik danışmanlık okumuşçasına PDRci olarak atanmak istiyorlar ve istemekle de kalmayıp “Haydi millet PDR’ ye!” dercesine imza kampanyaları başlatıyorlar.

Peki neden başka branşlar değil de felsefe grubu branşları böyle bir şeye kalkışıyor? Çünkü daha evvelki dönemlerde formasyon almış olanların atamaları yapıldı. Ve peki neden pdrci olmak istiyorlar? Çünkü devlet onlara o yolu gösterdi,öyle sanıyorum ki devlet “Sizi mühendis yapalım.” deselerdi bu kararlılıkla mühendis olurlardı. Devlet baba da kendince PDRci açığına çözüm buluyor-ya da öyle sanıyor- felsefe grubundan bu yola girenler de rehberlik ve psikolojik danışmanlığın ne demek olduğunu, ne gibi sorumluları olduğunu tam olarak bilmiyor olacaklar ki hakkımız da hakkımız diye tutturuvermişler. Hangi hak kuzum? Niye başkaları değil de sadece siz hakkımız diyorsunuz hiç düşündünüz mü? Kuram ve pratik arasındaki dengeyi oturtmak için bile tonla uygulama gerektiren PDR yi birkaç saatlik formasyon derslerinden ibaret sananlar bile var. Oysa PDR tamamen insanla ilgilidir. Hassasiyet,meslek etiğine bağlılık, profesyonellik ve ciddi bir eğitim gerektirir. Hal böyle olunca iki taraf arasında bir çatışma çıkıyor gerek dost meclislerinde gerek sosyal medyada-saygılı ya da saygısız-pek çok şekilde bu konu tartışılıyor. Ben de çenemi -pek çok kere olduğu gibi- tutamadım ve sonunda daldım konuya.

Şimdi olaya objektif bakarsak, ikisi de çok değerli sosyal bilimler ve yeri geldiğinde birbirlerine karışarak iş yapıyor olmalarına rağmen aslında epey farklılar. PDR kuram ve teknikleriyle felsefenin ışığında ilerler yani felsefe düşünsel anlamda PDRyi kapsar diyebiliriz ancak bu felsefe grubu mezunlarını PDRci yapmaz. Aldıkları eğitimi ve mezun olduklarında sahip oldukları tüm becerileri masaya yatırırsak hele bir de bizzat çalışma hayatında gözlemlersek bunu somut olarak da görebiliriz. İki meslek de kendilerine özel becerilere ve yine kendilerine has bir değere sahip. Birbirleriyle kıyaslanmaları söz konusu bile olmamalı. Ama tartışmalara bir bakıyorsunuz ki öss puanlarının fazlalığından tutun da “PDRciler zaten bir şey yapmıyor biz de öğreniriz o kadarını”lara kadar gelen saygısız ve kendini bilmezce tavırlarla sözde hak arayanlar bile var. PDR yi oturduğu yerden para kazanmak olarak falan görüyor olmalılar. Öyle yorumlar gördüm ki “Bu insanlar cidden felsefe grubu mezunu mu?” dediğim oldu. Mesela “Daha önce orta okul mezunları bile öğretmen oldu bu ülkede” diyenlere rastladım. Oldu da iyi mi oldu? Açıkçası “vaktiyle önü kapalı, aç kalırsın dendiği halde sevdiğim için felsefe yazdım ancak mezun olup senelerce atanamayınca açlığın ne demek olduğunu anladım, ekmek parası için bu yola göz diktim atanırsam elimden geleni yaparım bölüm mezunu arkadaşlardan da destek isterim, gerekirse sırf memuriyet işlerini yapar anlamadığım şeyleri bilenlere bırakırım” şeklinde kendini bilen, samimi ve gerçekçi yorumlarla karşılaşılsa biraz daha hoşgörülü olunabilir. Çünkü aslında diğer branşlara bakarsak PDRcilerin şu aralar atama sıkıntısı olduğu söylenemez. Bu nedenle anladığım kadarıyla onlar kadrolardan ziyade alan dışı atama olursa mesleğin nasıl icra edileceğine ve etik ilkelere takmış durumdalar ki bence çok da haklılar. Sadece devlet atamalarına tepki gösterildiğini öne sürenlerin, bazı meslek gruplarına, birtakım kurslar sonrasında verilecek sertifikalarla özel sektörde PDRci olarak çalışma hakkı tanınmasına gösterilen tepkilerden ve hatta açılan davalardan haberleri yok sanırım. Bir de PDRcilere “Adınızı yazarak atanıyorsunuz bu benim zoruma gidiyor.” diyenler var ki sormayın! Ne yapsınlar? Her mesleğin dönem dönem farklı şartları oluyor ve bu dönem de böyle. Elbette kimsenin açıkta kalmasını istemezler ama siz güceniyorsunuz diye atanmasınlar mı? Bu nasıl bir mantıktır? “Madem öyle sen de PDR okusaydın.” derler adama.

4 yıllık eğitim aldıkları halde sorumluluğu çok yüksek olan bu mesleği yapabilip yapamayacakları konusunda endişelenirken, bu eğitimle hiç kıyaslanamayacak yollardan geçmiş başka bir alanın mezunları tamamen doğal haklarıymışçasına konuşunca onlar da haklı olarak tepki gösteriyorlar. Nasıl ki PDRciler felsefe grubundan ders aldıkları halde onların işlerini benzer bir eğitim almadan yapamazlar,nasıl ki PDRciler gerekli eğitimi almadan psikiyatrist olamazlar aynı şekilde felsefe grubunun da bu duruma en azından biraz daha saygılı ve özeleştiri yaparak yaklaşması gerekir. Gerektiğinde bilirkişiliğine yasal olarak da başvurulan bir meslekten bahsediyoruz. Bu üç beş saat lik eğitimle hakkı verilerek yapılabilecek bir şey mi? “Hayır biz 8 -10 saat eğitim aldık” nidalarını duyar gibiyim ama ne demek istediğim ortada. Her mesleğin kendine göre özellikleri ve incelikleri vardır.Büyük çapta psikolojik danışmanlık becerilerini ya da rehberlik etkinliklerini bir kenara bırakalım. Basit bir memuriyet işi gibi görünen dosyalama işinin bile incelikleri vardır ve dosyalama işlemine bakarak işi bir PDRcinin mi yoksa alan dışı bir şahsın mı yaptığı anlaşılabilir. Demek istediğim bir de atama sonrasını düşünmek lazım. PDRciler bilir, herhangi bir olayda gerekli görürlerse başka mercilere yönlendirmeleri gerekir. Aksi halde yarar sağlayalım derken zarar verebilirler. Meslekte aslında çok basit bir müdahale için bile sürekli tedirgin olmak bilgisizlikten kaynaklanacaktır çünkü ne yapılması gerektiğinden emin olamayacaklar.

Madem PDRciliğe soyunduk hadi empati yapalım. Hiçbir farkındalığa sahip olmadan, cahil cesaretiyle önünüze geleni talan ettiğinizi bir düşünün? Seneler sonra bir şekilde bunun önünüze çıktığını? Gelin bir de bencilce bakalım, hayat şartları, ekmek parası diye girdiniz ve bilmediğiniz her şeyi-tabi şanslıysanız ve okulda öyle birileri varsa- bölüm mezunu arkadaşlarınıza bırakıyorsunuz. Bu sefer de kariyer anlamında asla saygı duyulmayan hatta belki dalgayla karışık o bir şey bilmez başkasına soralım diyerek arkasından konuşulan, bilmediği için öğretmen ve öğrencinin parmağında oynayacak ve zamanla kendine saygısını yitirmiş bireyler olmak da var işin ucunda… Meslek doyumuna hiç girmiyorum bile… Belki zaten yattıkları yerden para kazanıyorlar yanılgısına sahiptiniz ama hiç de öyle olmadığını gördüğünüzde ne olacak? Cidden bu mesleği hakkını vererek yapabilecek misiniz? Eğer öyle ise neden sadece devlette kadro “hakkınızı”(!) talep ediyorsunuz? Neden PDRcilerin diğer çalışma alanlarında da kadro istemiyorsunuz? Neden özel sektördeki kurumlara PDRci olarak başvurmuyorsunuz? Çünkü ciddi ve profesyonel hiçbir özel kurum başvurunuzu değerlendirmeye bile almaz. A-la-maz. Çünkü biraz mantıklı düşünecek olursak böyle bir hakkınız yok, sadece önceki yanlış atamalarla bu hakka sahip olduğunuzu sanmanıza neden oldular.

Şahsen elbette kimsenin aç kalmasını istemem. Ama hepimiz yaptığımız seçimlerden sorumluyuz ve sonuçlarına göre de yaşamak zorundayız. Felsefe grubu ülkemizde atama kontenjanını yenice kaybetmiş bir alan değil. Seneler evvel o bölümü her ne sebeple okuduysak şimdi de ona sadık kalmalı ve onun izinden devam etmeliyiz. Başka bir alanda kendimize yer açmak için çabalamak yerine kendi alanımızla ilgili yer edinebilmek için çabalamalıyız. Ancak bu şekilde ona hak ettiği değeri verebiliriz. O zaman tüm alanlar kendi işlerini yapabilmek için birbirlerine destek olacaklardır ve asıl olması gereken de odur. Sırf devlet zamanında yanlış şeyler yaptı diye aklımızı bir kenara koymamız gerekmiyor. Aksi halde bu kaş yaparken göz çıkarmak olur. Şöyle düşünelim, hangi alandan olursak olalım bizlere doktor ya da pilot olarak atanıp çalışma şansı verilse hangimiz o eğitimi almadan buna cesaret edebilir ki?

 

Başak S.

ÇİKOLATA VE ÖZGÜRLÜK!

 

Sabah kahve içerken televizyon kanallarında geziniyordum. Şu birkaç gündür ekranlardan o kadar çok küçümsenmiş, yok sayılmış, aşağılanmış ve hakaret sözcükleri duymuştum ki kanallar arasında amaçsızca dolanıyordum.

Aslında izleyeceğim kanal belliydi. Ama onu açmadığım gibi garip bir şekilde televizyonu kapatamıyordum da. Derken Planet Sinema kanalında polislerin zorla dükkân ve mağazalara girdiği, raflardaki çikolataların hepsini sepetlere doldurup sonra da yok ettiği bir sahne görünce, film ilgimi çekti ve izlemeye devam ettim. Çıktıkları mağazaların camlarına ya da duvarlara afişler asıyorlar: Çikolata yasadışıdır! Meğer yeni başa geçmiş olan “Senin için iyi” partisi- partinin Hitler selamına çok benzer bir selam verme şekli de var- sağlık nedenleriyle-diş çürükleri, şişmanlık vb.- çikolatayı yasaklamış. Sadece çikolatayı da değil, onunla ilişkili olan her şeyi.

Dedektörlü askeri araçlar sokaklarda geziyor ve çikolatayı tespit ediyor, 800 mden koku alabilen eğitimli köpekler en ufak bir parçanın kokusunu bile alsalar hemen baskın yapıyorlar. Baskında hem çikolataları alıyorlar hem de ilgili kişiyi gözaltına alıp daha sonra da kampa alıyorlar. Ne kampı olduğunu siz düşünün. O kamptan çıkanlar bir daha çikolata görmek bile istemiyorlar. Operasyonların video kayıtları tekrar tekrar izleniyor, her bir kişinin adına özel dosya açılıyor, kişisel bilgileri yazıyorlar ki gerekli olduğunda kolayca tekrar ulaşabilsinler. Sanırsınız silah ya da uyuşturucu kaçakçılığı yaptı bu insanlar. Zaten götürülme nedenleri de, yasa dışı madde saklanması, üretimi ya da tüketimi. Doktorların zorunlu hallerde reçeteye yazma hakları var ama onun da bir kotası var. Bir doktor çikolatanın faydalı bile olabildiğini anlatan bir makale buluyor ve bunu yetkililere duyurmayı düşündüğünde, makale hem ofisinden hem de doktorun kişisel bilgisayarından kayboluyor.

Bir yandan uygulamalar devam ederken, bir yandan da öncü gruplar oluşturuluyor, sözde alınan yeni kararları topluma açıklayıp alıştırmakla görevliler ama asıl amaçlarının alınan kararları poh pohlamak ve de uymayanları ispiyonlamak olduğunu anlamak hiç de zor değil. Haliyle korku yerleşiyor insanların içine, birbirlerine de güvenemez oluyorlar. Doğru ya kim ispiyoncu kim değil nereden bilecekler? Kimisi sırf yasaklandığı için çok özlüyor çikolatayı, kimisi zaten hep sevmiş. Çikolata kâğıtlarını bulundurmak, onlara bakmak bile suç. İlerleyen sahnelerde anlıyoruz ki güneş banyosu da çok zararlı denilerek insanların güneş banyosu yapmaları ve plajlara kamp kurmaları da yasaklanmış, böylece plajlar tertemiz olmuş.

Filmin ana karakterlerinden ergenlik döneminde iki genç-Smudger ve Huntley- bu duruma daha fazla tahammül edemeyip kendi çikolatalarını yapmaya karar veriyorlar. Kendilerinden yaşça epey büyük olan- neredeyse büyük anneleri ve büyük babaları yaşlarındalar- iki büyüklerinden de yardım alıyorlar. Derken onların da içinde bulunduğu bir kısım halk genç yaşlı demeden, çikolata aşkına gizlice örgütleniyorlar: Çikolata ve Özgürlük Partisi! Kendilerine parti dediklerine bakmayın, muhtemelen içinde her yaştan insan barındıran bir avuç insan ve aslında varlıkları ile yoklukları bir (!)

Örgütlenen Çikolata ve Özgürlük Partisi, çikolatalarına tekrar kavuşabilmek mücadele ediyorlar. Sonunda “Senin için iyi” partisinin bir toplantısı sırasında çikolata yediği görüntüleri, yasağın esas amaçlarını ve kendi çıkarlarını anlatan konuşmaları barındıran bir kaseti, bir televizyon kanalını basarak yayınlıyorlar. Görüntüleri gören halk, yani bir avuç insan ile partiyi oylarıyla başa geçirmiş olan kesim, el ele vererek çikolata ve özgürlük diye sokaklara dökülüyor ve tabi ki çikolata devrimi! Çikolatalarını ve özgürlüklerini geri alıyorlar! Tabi polisler de anlıyor hanyayı konyayı. Onlar da destek oluyor.

Hani 2002 yapımı olduğunu bilmesem bu filmin 1-2 hafta kadar önce çekildiğini düşünebilirdim. Çok ilginç bir senaryoymuş ya da daha önce böylesini duymadım, görmedim, izlemek isterim derseniz, ismi Çikolata Savaşçıları, orjinal adı ise Bootleg. Bunu neden anlattım? Bilmem, öylesine.

Başak SULTAN

‘BENDEN GEÇTİ’ DEMEDEN ÖNCE, OYUNCULUK ATÖLYESİ’NE BİR GÖZ ATIN!

Eminim hepimiz zaman zaman bir şeyler için kendini unuturcasına büyük bir aşkla ve heyecanla çalışan insanları görüyoruzdur. Hatta öyle olur ki onların o halleri bize de bulaşır, bizi de bir heyecan alır ki sormayın.- Tamam kabul bu biraz pollyannacı bir yaklaşım oldu, kıskananlar da vardır elbet ama ne demişler kıskananlar çatlasın!

Neyse ben bu durumun pembe tarafında yer alanlardanım. Gördüğüm o heyecanlar, aşklar, hevesler beni de çok duygulandırır ve ben de o kadar sevinirim, coşarım, dağlara taşlara yazasım, herkeslere duyurasım gelir. -Malum günümüzde dağların taşların yerini sanal ortamlar aldı tabi burada bana bu dağı sağlayan editörüme teşekkürü bir borç bilirim : )- Konumuza dönersek, bu yazımda sizlere bugünlerde faaliyete geçişine tanık olduğum ve aynı heyecanı içimde hissettiğim bir atölyeden bahsetmek istiyorum: www.oyunculukatolyesi.com

Atölyeyi, 15 yıldır eğitmenlik ve oyunculuk yapan, aynı zamanda kendisini zaten çok seviyorken mütevazı tavırlarıyla beni benden almış olan sevgili Yeşim Ceren BOZOĞLU kurmuş. Semah TUĞSEL, Yeşim Özsoy GÜLAN ve Kerem KUPACI gibi çok değerli eğitmenleri var. E hal böyle olunca “Konservatuar sınavlarına az kaldı. Biz de işi hızlandıralım dedik ve 2 aylık bir sınıf açtık. Parçalarınızı hazırlayıp, jüri önünde titremeden sınavınızı verebileceğiniz bir sistem oluşturduk. %95’lik başarı oranımızı yaz kurslarımızda da elde edeceğiz iddialıyız. Bekleriz!” demeleri de çok normal. Konservatuara hazırlık kursu yanında, kameraönü oyunculuk atölyesi ve drama kursu da var. Kameraönü oyunculuk atölyesi, sektörün eğitimsiz oyuncularına kucak açarken drama kursu ile oyuncu olmak istemiş ama bir şekilde olamamış kişilere “Öğrenmek için asla geç değildir.” diyerek umut veriyor.

Atölyeyle ilgili aradığınız neredeyse tüm bilgileri web sitelerinde bulmak mümkün ve ayrıca öyle özendirici tasarlanmış ki hani ancak sahneye dekor olabilecek nitelikte yeteneğe sahip olduğumu(!) bilmesem ben bile gidip kayıt olurdum. Zaten böylesine yeteneksiz olduğum için “oyunculuk” bana çok mucizevi görünür. Düşünsenize öyle bir yeteneğiniz var ki tek bir kişi olduğunuz halde birbirinden farklı onca karakterin hayatını yaşayabiliyor ve seyirciye de yaşatabiliyorsunuz. Nar bilmecesi misali, çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane.

Sanırım her şey ortada, fazla söze gerek yok, eğer içinizde bir nebze olsun oyunculuk sevdası varsa, Oyunculuk Atölyesi’nin de dediği gibi “Benden geçti” demeyin. Oyunculuğu geçmişte bırakan şartlara yenilmek yerine, içinizdeki o aşkın elinden tutun ve kalkıp atölyeye gidin. Kontenjanlar sınırlı, bu şansı iyi değerlendirin. Eminim pişman olmayacak ve “Şimdiye kadar neredeydin ey Oyunculuk Atölyesi!” diyeceksiniz. Kim bilir belki bu sefer de siz “bir nar hikayesi” olursunuz… Bizlere de keyifle izlemek düşer.

 

Başak SULTAN

DİLİMDE DOLANAN ‘O’ ŞARKI

Bugünlerde dilime dolanan bir şarkı var: Keyfi yolunda, aşkı yolunda…

Muhtemelen dinlemiş ya da en azından bir yerlerde rastlamışsınızdır. O da olmadıysa bir an önce dinlemenizi tavsiye ederim. Öyle güzel bir melodisi ve öyle anlamlı sözleri var ki… Aşıksanız haykırasınız, değilseniz aşık olasınız geliyor

Şarkının muhteşemliği için Yalın’a ne kadar teşekkür etsek az. Bize bu sonbaharı andıran bahar günlerinde çok güzel enerji veriyor. Hem de günün her saatinde! İster sabah işe/okula giderken ve henüz tam olarak uyanmamışken gözlerinizi kapatıp dinleyin ister gün ortası. Ya da belki eve dönüş yolunun yorgunluğunu- hele de İstanbul trafiğinde- o büyülü şarkıyla takas edebilirsiniz.

‘AŞIK DEĞİLİM BANA YARAMAZ’ DEMEYİN

Bir de klibi var ki sormayın! Orjinali olan kısa filminden birazcık daha kısa olan klibi gördüğümde,-haddim olmayarak- bu şarkıya daha başka bir klip olmazmış dedim! İki gencin birbirlerine olan uçuşmaları, masum ama bir o kadar da cesur yaşanan o aşk o kadar tatlı anlatılmış ki… Sanırım şarkıları beğenmemizin en önemli nedenlerinden biri, içinde kendimize ait bir şeyler bulabilmek. Şimdi aşık değilim öyleyse bana yaramaz demeyin. Kendinizi şarkıya bırakıp öğrencilik yıllarınızı düşünün. Hemen hepimiz o dönemlerimizde kıpırtılarla başlayan benzer duygular yaşamış ve çoğunu da “çocukluk işte” diyerek tebessümle anmışızdır.

Ancak asıl olan şu ki, o çocukluk işte aşkı ne bilirdik ki dediğimiz, hayatımız boyunca en cesur ve en hesapsız olduğumuz, hatta belki de aşkın ta kendisi olduğumuz dönemlerdir. Karşımızdakini sadece severiz, öyle yoğun severiz ki içimizde tüm engellere karşı duracak gücü buluruz. En sakin ve uyumlu olanımızın bile, aşık olduğunda içinden asi ruhu çıkmamış mıdır? Aaa bu çocuğa neler oluyor? Dedirtmemiş miyizdir?

Çünkü karşımızdakini sorgusuz sualsiz, koşulsuz seviyoruzdur. Hiçbir engel tanımayız. Hayatın merkezinde o vardır. En büyük dertlerimiz, “Benden başkasına bakarsa, ya onu kaybedersem?” ya da okulda ise “Öğretmen yanına başkasını oturtursa?”, sivilcemiz çıktıysa “Karşısına nasıl çıkarım?”, yaz tatili geliyorsa farklı şehirlerde tatil yapacak olmak falandır. Bu örnekler daha böyle uzar gider ama ne ailesini ne kariyerini ne de geleceğimizin nasıl olacağını düşünürüz. Her ne kadar çok şey bildiğimizi ve büyüdüğümüzü iddia etsek de zaten hayata dair de ne kadar şey biliyoruzdur ki? Tek bildiğimiz o ve onunla olmaktır. Egomuz, bencilliğimiz yoktur. “ Ben” yerine farkında olmadan hep “sen” deriz… O yüzden “Gözlerim gözlerine açılıyor başka manzara istemem ki ben” derken buluruz kendimizi. Eli elimizdeyse her şey tamamdır.

BAZEN SEVMEK YETMİYOR

Büyüdükçe-artık ne yapıyorsak- bu duygunun yanına başka şeyler de geliyor ve onu sıkıştırıyor. Hatta öyle anlar geliyor ki “Bazen sevmek yetmiyor…” bile diyebiliyoruz. Şimdi oralara girmeden bu yazımı şarkının enfes tadıyla sonlandırmak istiyorum. Umarım bu şarkı klibiyle birlikte bizi o günlerimize götürebildiği gibi, o zamanki cesaret ve koşulsuz sevme gücümüzden bir parça da gönlümüze bırakır.

Başak SULTAN

[youtuber youtube=’http://www.youtube.com/watch?v=xEb87JQ9CKQ’]

SENSİZ OLMAZ…

Şarkıda geçtiği gibi: Anlamak çözmeye yetmez. Sensiz olmaz, sensiz olmaz…

Evet, her gün bir yerlerde birileri ölürken başka bir yerde birileri doğuyor. Ama özellikle son birkaç aydır kendimi bir dizi insanın sırayla öldüğü bir korku filminde gibi hissediyorum. Öyle ki haberi duyduğumda verdiğim “Yok artık!” tepkisinden sonra “Şimdi sıra kimde?” sorusu belirdi aklımda… Aslında hep “Ölümlü dünya!” diyoruz ama yine de aldığımız her haberde buna alışmak çok zor oluyor, sanki varlığını ilk defa öğrenmişiz gibi en başa dönüyoruz. Bu da insanların “biricik” liğinden kaynaklanıyor. İşte o da “biricik” bir insandı, Türkiye’nin Müslüm Baba’sıydı…

Kendisine saygım sonsuz olmakla beraber sıkı bir Müslüm Gürses dinleyicisi olduğumu söyleyemem. Arabesk müzik yapan başka sanatçılar olduğu halde sadece Müslüm Baba “damar” gelirdi bana. Sanırım kendini jiletleyen hayranlarının ve onun şarkıyı konuşurcasına sakin söyleme şeklinin bunda epey payı var. Dediğim gibi genelde dinlediğim bir sanatçı değildi kendisi ama dört sene önce bir arkadaşım sayesinde başka bir açıdan bakarak tanıştım kendisiyle.

Arkadaşım kendisinden hiç beklenilmeyecek şekilde sıkı bir Müslüm Gürses hayranıydı ve bunu öğrenme şeklimden de birazdan bahsedeceğim. Bu arada hiç beklenilmeyecek derken genel olarak dinlediği diğer sanatçı veya grupların arabesk tarzla hiçbir yakınlığı yoktu kaldı ki bence “damar”ın diğer adı olan Müslüm Baba! Neyse, işte bir gün onun evinde albümlerden fotoğraflara bakarken daha önce hiç görmediğim babasını gösterdi ve ondan bahsetmeye başladı. Babasını o daha bebekken kaybetmiş… Ben fotoğraflara ve anlattıklarına dalmıştım ki odada yükselen Sensiz Olmaz şarkısıyla kendime geldim. Bülent Ortaçgil’ den beklerken Müslüm Baba’nın yorumdan dinliyordum. Sonra arkadaşıma baktım, gözleri dolmuştu bir hayli kaptırmıştı kendini. Oturdu, eşlik etmeye başladı.

Filmlerde olur ya, o an kafamda bir ampul belirdi, “Onu babasının yerine koymuş meğer.” diye içimden geçirirken arkadaşım “Ben babamı hiç tanımadım, sesi nasıldı bilmem ama en azından Müslüm Babam var.” dedi. Böyle girdi Müslüm Gürses benim hayatıma ve bilmem neden bu durumu hiç sorgulamadım, “Niye başkası değil de o?” demedim, sadece ne zaman dinlesem boğazım gıcıklanır.

Arkadaşımda geçirdiğim o gün onca insanın bu adama neden bu kadar bağlı olduğunu “kendimce” anladım. Kimbilir benim anlayamadığım daha neler vardır… Ama bu konuda bildiğim tek şey sadece belli bir kitleye hitap edermiş gibi görünen Müslüm Baba’nın aslında herkesin hayatına, bir şekilde, en az bir kere dokunduğu. Neredeyse onu hiç dinlemeyen benim bile…

 

Başak SULTAN

RÜZGAR ERKOÇLAR: VAROLUŞ ÖYKÜSÜ

Erkek dediğin güçlü ve cesur olur! deriz hep. İşte tam bir cesaret ve güç örneği.

Ne yalan söyleyeyim, özellikle Emret Komutanım dizisinde onu ekranda gördükçe “Bu kız pek erkeksi ya” diye düşünüyordum. Rolün verdiği erkeksilikten başka bir şeydi bu ama adını koyamıyordum. Sonuçta marjinal olan çok kadın var ama erkeksi olmak daha başka. Bu nedenle haberi duyduğumda hiç şaşırmadım, sanki haberim olan beklediğim bir şey gibiydi. Sadece şimdiki halini çok merak ettim. Rol aldığı projelerde de beğenirdim ama bu sefer cesaretinden ve de dürüstlüğünden en çok da kaya gibi duruşundan dolayı kendisine bir kere daha hayran oldum. Malumunuz bizim kültürümüzde erkeğin cesuru ve güçlü olanı makbuldür. Lakin ne hikmetse “genelde” iş en basitinden annenin babanın istemediği şeyleri yapmaya ve bunların arkasında durmaya gelince bu durum biraz değişir. –Akraba, iş arkadaşı, komşu vb. bilumum değerli insanı saymıyorum bile ama neyse konumuz o değil şimdi.- Neticede herkesin yükü kendine ağır ve insan genelde küçük şeylerde bile “nasıl el içine çıkarım ben” diyebilen bir varlık. Neyse, böyle bakınca ailevi durumlar bir yana, ülkede bilinen bir yüz olduğu halde kararını açıklaması ve arkasında durması beni gerçekten çok etkiledi.

 

Rüzgar’ ın Ayşe Arman’ a vermiş olduğu röportajı okuduğumda “Tam bir ‘varoluş’ öyküsü!” dedim.

E hal böyle olunca röportajını da büyük bir dikkatle, tekrar tekrar okudum. Okurken içimden bu derslerde gördüğümüz kitaplarda okuduğumuz kuramlardan birini hatırlatıyor bana diyordum ki çok geçmeden ampul yandı: Varoluşçuluk!

Varoluşçuluğun esasları arasında ön sıralarda görünen bir tema özgür seçimdir. İnsan bir boşluğa atılmıştır, çevresi belirsizlikle çevrilidir. Akılcı ve objektif değerlendirme yapabileceği bir dünya değildir burası. Olsa olsa “saçma” bir dünyadır. Ama yine de ölüme kadar, o son nihai noktaya erişinceye kadar yaşamak ve seçmek zorundadır. Seçimleri insana bir “öz” verecektir. İnsan özgür iradesiyle yaptığı seçimler sonucu kendisini yaratacaktır.*

O tam da bunları yaptı. Seçimleriyle “kendisi” oldu. Tabi bu seçimlerin bir sonu yok hatta Rüzgar olarak her şey daha yeni başlıyor ama sanırım iyi kötü her şeyin şimdi gerçekten anlamı var. Ameliyattan çıktığındaki hislerini tarif etmek için “Yeniden doğmuş gibi hissettim. Nil öldü, Rüzgar doğdu.” demiş. Her şeyin oldu bitti işte gibi görünen bu cümle aslında öyle çok anlam barındırıyor ki… Biz bu anlamları kısmen de olsa röportajın bütününde anlıyoruz. Elbette yaşayan için çok daha başkadır ama en azından Rüzgar Erkoçlar bu kadar basit olmadığını anlamamıza yetecek şekilde içtenlikle anlatmış bu süreci. Zaten merak edenler röportajı okurlar diye ne olmuş, nasıl olmuş kısmına ben hiç değinmiyorum ama ben okuduğumda tam bir “varoluş” öyküsü dedim. Yukarıda etkilendim diye bahsettim ama aslında o kadar basit değil. Duygulandım, heyecanlandım, “şimdi ne kadar mutludur” deyip sevindim hatta tarif edemediğim farklı duygular hissettim içimde. Laf aramızda ülkem adına da sevindim, “hala umut var” dedim.

Sonuçta onun açısından bakarsam da, tüm bunlardan anladığım o başkalarının kafasında oluşmuş ya da oluşabilecek düşüncelerle savaşacak kadar güçlü ve cesur bir insan. Sadece kendisini doğurmamış, aynı zamanda yalanlarıyla yüzleşip onları öldürebilmiş birisi. Ne yöne gideceğini bilmediği bir hayata atılıp gerekirse yalnızlığı ya da çok sevdiği mesleğini bırakmayı bile göze almış. Ayrıca söylemeden geçemeyeceğim, pek de yakışıklı bir erkek olmuş.

Aslında kendimi bıraksam daha böyle sayfalarca yazabilirim ama gerek yok, o yapacağını yapmış ve söylenecek her şeyi söylemiş. Zaten bunca satırı da sırf içimdekileri paylaşmak için yazıyorum, yoksa bu durumda bence bize düşen tek söz şu: Helal olsun!

* http://www.varoluscupsikoterapi.net/Varolusculuk.html adresinden alıntıdır.

Başak SULTAN