5053873217 [email protected]

ÜNİVERSİTE TERCİHLERİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ: EŞEĞİN DİPLOMALISINA GİDEN YOL!

Öyle sanıyorum ki bu yazı pek çok öğrencinin hislerine tercüman olacaktır. Malum yaz sezonundayız. Bu kimileri için deniz, kum, güneş üçlüsüyle, ormanda ağaçlar arasında kamp havasında ya da evinin balkonunda tatil yapmak demektir. Kimileri içinse –genellikle pek çok kademeden öğrenci için- sınavların bitişi ve yeni başlangıçları bekleme sezonudur.” İstediğim liseye gidebilecek miyim? İstediğim üniversiteye gidebilecek miyim? İstediğim yere atanabilecek miyim?- Daha da kötüsü, herhangi bir yere atanabilecek miyim yoksa başka işler peşinde mi koşmak zorunda kalacağım?” sorularıyla cebelleşme aylarıdır.
Hal böyle olunca, çeşitli kanallarda üniversite tercihiyle ilgili çeşitli programlar oluyor ve bunlarda doğru tercih yapmanın esasları uzmanlarca anlatılıyor. Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık üzerine eğitim alan biri olarak gördüğüm her programı büyük bir ciddiyetle takip etmeye çalışıyorum. Aslında epey iyi gidiyor, puanlar, mesleklerin tanıtımı, üniversitelerden gelen rektörler ve reklamları… Bunların her birini olabildiğince detaylı anlatmaya özen gösteriyorlar. Hatta sosyal medya ve telefon aracılığıyla sorular da alınıyor ve cevaplanıyor. Hedef kitle kalabalık haliyle çok soru var, bu yüzden belirlenen süre içinde değinebildikleri her şeyi aktarıyorlar. Bunlar arasına sıkıştırılmış ailelere ve aday öğrencilere verilen tavsiyeler de var: Meslek seçmeden önce o mesleklerden insanlarla konuşun. Aileler çocuklara baskı uygulamasın, fikir versinler ancak seçimleri onlara bıraksınlar. Mesleğin sadece gelirini ya da iş alanlarını düşünmeyin, o mesleği seviyor olmanız da en az bunlar kadar önemli çünkü bir ömür boyu onu yapacaksınız. Üniversitelerin sizlere sunacağı olanakları araştırın, yurt-burs ve staj imkanlarını, sosyal hayatlarını, kulüplerini, öğrencilere sundukları etkinlikleri, edinebileceğiniz her konuda bilgi edinin, kampüslerinin yerlerini öğrenin, gidin, gezin, görün. Sadece akademik açıdan değil sosyal açıdan da değerlendirerek seçim yapın. Her şey gerçekten güzel gidiyor, çok yapıcı ve de yararlı.
Geçtiğimiz cuma günü-tam da LYS puanlarının açıklandığı gün- yine bu programlardan birini izledim. Bittiğinde öyle bir havaya bürünmüştüm ki öğrenciler senelerce süren zorlu sürecin sonuna gelmiştir artık rahatlardır dedim- çünkü bildiğiniz gibi, son sene hazırlanılan sınavlarda başarıya ulaşmak daha zordur bu nedenle öğrenciler senelerce dershanelere ve özel kurslara gider-. Onların rahatlığını içimde hissettim ve ardından “ülkemde her öğrenci girdiği sınavlardan sonra kendisine en uygun seçimleri yaparak hayatına bir yön verebiliyor” gülümsemesi oturdu yüzüme.

TERCİHLERİMİZİ NEYE GÖRE YAPIYORUZ?
Sonra birden zihnimde bir gong sesi belirdi. -Bu yazıyı yazma sebebim tam da bu sestir.- “Hayır, bu koca bir yalan! Kaç kişi gerçekten tüm bu tavsiyelere uyarak seçim yapıyor ki?” dedim. Haliyle yüzümdeki o uzun isimli gülümseme kayboldu. Evet belki olması gereken tüm bu ayrıntılara bakarak seçimler yapmak ama benim bildiğim- en azından senelerdir gördüğüm çoğunluk öyleydi- üniversite vb. sınavlara girilir, sonra gelen puana uygun ve mezun olunduğunda sağlayacağı kazanca göre bir üniversite ve bölüm tercihi listesi doldurulur. Kimi zaman önceden belirlenmiş yerlere uygun olarak- çünkü puan istenen yerlere yeterlidir-, kimi zaman da kader tarafından örülmüş ağlara uygun olarak, artık ne gelirse bahtına. Bu ülkede kendisine “Ne okumak istiyorsun, nereyi düşünüyorsun” vb diye sorulduğunda ne kadar çok doktor, mimar, öğretmen, mühendis, hemşire olmak isteyen varsa bir o kadar da- belki daha da fazla-puanı nereye yeterse onu olmayı isteyen öğrenci vardır bence. Bazen bu puan, bölümden mezun olunduğunda yapılacak işin ve getireceği kazancın da önüne geçebilir çünkü önemli olan “üniversiteyi kazanmış ve açıkta kalmamış olmak” tır.
Haa tabi bu aşamada velilerinin inkar edilemez etkilerini de görmezden gelirsek çok ayıp olur. Pek çok ebeveynin, gelen puan yüksek ya da düşük olsun, bunlardan bazıları uzmanların tavsiyelerini dinledikten sonra bazen hak verseler de, “Sen hayatın gerçeklerini bilmiyorsun, şimdi kızsan da ileride bana teşekkür edeceksin evlat.” diyerek tercih listesinin ortasına parmak bastıklarını bilmeyen yoktur sanırım.

DİPLOMALI EŞEK OLMA SORUNSALI!

Öte yandan bu sürecin başka bir boyutu daha var: Diplomalı eşek olma sorunsalı. Hani büyüklerimizin bir lafı vardır: Oku baban gibi, eşek olma. -Bunu bazen virgülün yerini değiştirerek biraz esprili bir dille de söylerler.- Amaç okuyup bir meslek sahibi olmamız, aynı zamanda ve genellikle emir kipinde söylenen “ödevlerini yap, ders çalış” cümleleri arasında büyürken kendimizi sadece akademik anlamda geliştirmeyelim aynı zamanda sağduyulu bireyler de olabilmemizdir. Çünkü okumak bizi her anlamda geliştirecektir. Yalnız nasıl oluyorsa-aslında nasıl olduğu gayet ortada da onu da yazarsam bunun son yazım olmasından çekiniyorum, varın gerisini siz anlayın.- günümüzde gösterilen onca çabaya rağmen, girilen sınavlar ve bu sınavlara hazırlık süreçlerinden bahsediyorum,-herkes olmasa da- bir şekilde hem diplomalı hem de eşek olabiliyoruz. İlkokulda kendimizden büyük çantaları taşıyıp, ödevlerimizi düzenli yapmakla başlıyoruz her şeye. Karnelerimizin kişisel ve sosyal beceriler kısmını bir kenara atıp sadece derslerin yazılı olduğu bölüme odaklanıyoruz. Sonrasında yaptığımız tek şey de makine gibi çalışmak, çalışmak, çalışmak. Bu uğurda yeri geliyor saçları döküyoruz yeri geliyor muhteşem vücut ölçülerimizden vazgeçiyoruz. -Nasıl oluyor bu demeyin, habire ders çalışırken bir yandan da homini gırtlak yeme suretiyle beden ölçüleri de fizik kuralları eşliğinde küreselleşiyor haliyle, üstelik günümüzde annelerimizin ev yapımı abur cuburlarının yerini bilimum katkılı ve süper kalorili abur cuburlar almıştır.- Bu çalışma temposu öyle bir hale geliyor ki arkadaşlarımızla vakit geçirmek, sinemaya gitmek, oyun oynamak ya da hiçbir şey yapmadan yayılıp yatmak gibi normal olan şeyleri “bunu yapmak yerine bilmem kaç soru çözerdim” ya da “ben burada bunu yaparken bir yerlerde soru çözen rakiplerim var” diyerek lüks olarak algılamaya başlıyoruz. Birbirimizle girdiğimiz rekabetten ve sadece derslerle ilgilendiğimiz için bozulan sosyal ilişkilerimizden bahsetmiyorum bile… İstediğimiz- ya da istediğimizi düşündürüldüğümüz- noktaya gelmek için daha da yükselmeli ve yükselirken arkamızda neler bıraktığımıza da bakmamalıyız yoksa mazallah, bir anda-muhtemelen hırsımızın zayıf olduğu bir an- yükselmemizden daha önemli gelebilirler. Bu süre zarfında da annelerimizin çay partilerine, kadın günlerine falan konu oluyoruz. Seninki takdir getirdi mi bu dönem? Benimkine öğretmeni takmış, teşekkür alabildi ancak. Daha altımız bezliyken ayaklarımız üzerinde durur durmaz koşmaya başlamak gibi bir şey bu. Nam-ı diğer ”bir mesleğin olsun da insan olmasan da olur”a doğru koşmak.

Ülkenin en iyi üniversitelerinden birine dereceyle girip, “İstediğim her şeyi yaptım, gezdim tozdum, biraz soru çözdüm ama kendimi helak etmedim.” diyen kaç öğrenci vardır ki? Zaten onca sınav bu en iyileri- bu “iyi” denen şey de neyse artık- seçebilmek için değil mi? Üniversite kontenjanları bile bunu göstermiyor mu?

İşte bunları göz önüne aldığımda, tercih programlarında ya da seminerlerde yararlı ne söylenirse söylensin, kim bunları uygular ki? Aile çocuklarının getirdiği karnelere ve sınav sonuçlarına çocuk da senelerce en yüksek puanlara odaklanmış, üniversite denen şeyin sosyal olanakları olan bir yer olduğunu bilmeyen öğrenciler bile var. Bu nedenle kazandıktan sonra“Senelerce bunun için mi çalıştım?” diyerek hayal kırıklığına uğrayanlar da var.
Günümüzde başarılı- genelde başarıdan da anladığımız akademik başarı ve iş başarısı- olabilmek için ne çocuk oluyoruz ne genç, ileride daha rahat yaşamak için şimdi biraz kendimiz hırpalayalım diyoruz ya da bize dedirtiyorlar. Hatta buna kendimizi öyle bir kaptırıyoruz ki insanlığımızı da unutup diplomalı eşek olduğumuz bile oluyor… Hepimiz hayatımızda en az bir kere birileri için“Okumuş ama adam olamamış.” dendiğini duyarız. Bir gün eğer bu tavsiyeler -hani yukarıda bahsettiklerim- doğrultusunda seçimler yapan öğrencilerin ve onlara bilinçli olarak destek olan velilerin çoğunlukta olduğu bir Türkiye görürsem, şimdilik bu bir ütopya gibi görünse de, sanırım işte o gerçekten gelişmiş bir Türkiye olacaktır.

Başak SULTAN

BOĞAZİÇİ CAZ KOROSU, NİMET KARAKUŞ VE NASIL BÜYÜDÜK BİZ!

Gazetepress ailesine katıldığım ilk yazımda, Boğaziçi Caz Korosu’ndan nam-ı diğer perisini aradığımız külkedisinden ve sponsor arayışlarından bahsetmiştim. Ne oldu biliyor musunuz?

Boğaziçi Caz Korosu’nun sponsor arayışı son güne kadar devam etti hatta yanılmıyorsam masrafların bir kısmını yakın çevrelerinden borç alarak kendi ceplerinden karşılamak zorunda kaldılar. Sonunda güç bela gittiler Karma Korolar(Mixed Choirs), Folklor(Folklore) ve Çağdaş Müzik (Musica Contemporanea) dallarında üç ayrı altın madalya kazandılar.

DÖNÜŞ YOLUNDA NELER YAŞANDI?

Her şey yolunda gider mi hiç? Bu sefer de dönüşlerinde sorun çıktı çünkü konaklama ve katılım masrafları için yine sponsora ihtiyaçları oldu. ‘Hadi canım sende, onca başarıdan sonra kimse destek vermedi mi?’ demeyin. Ülkemizin Dünya şampiyonu korosu Amerika’da mahsur kalma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı! Ya da belki seslerini iyi duyuramamışlardır, onca televizyon programı, gazete köşeleri, sosyal medyada paylaşılan linkler ve videolar yetmemiştir(!) Milletin gözü kör, kulağı sağır olacak değil ya? Neyse sonunda döndüler, ama altın madalyaların yanında borçlarıyla beraber. Bu durumda “neden bu hallere düştüler” diye sitem etmemek elde değil ama sanırım bu konuda söyleyebileceğim tek şey, onlara bize bu gururu yaşattıkları için teşekkür ediyorum ve başarılarının devamını gönülden diliyorum! Sesleri kulaklarımızdan eksik olmasın!

NİMET KOŞTU BEN SEVİNDİM!

Aslında niyetim bu hafta sizlere, başka bir gurur kaynağımızdan, bir milli atletten bahsetmekti. Geçenlerde en yakın arkadaşımla- kendisi N’PR İletişim Danışmanlığı Şirketi’nde İletişim Yönetmen Yardımcısı Rüya Bengü Çelik olur- kızsal sohbetlerimizden birinde onun işlerinden, neler yaptığından, yoğunluğundan falan konuşurken söz ülkemizi gururlandırmak için koşan Nimet Karakuş’a geldi. Bakmayın böyle bir çırpıda Nimet Karakuş yazabildiğime, aslında ben bu arkadaşımızı, Bengü, kendi çalıştığı şirketin de iş yaptığı, Yüksel’in desteklediği milli sporculardan bahsederken tanıdım.-Evet anlaşıldığı üzere, sporla fazla ilgilenmiyorum hatta itiraf edeyim genelde haberlerde ne duyuyorsam o kadarını bilirim diyebilirim.- Meğer neler de kaçırmışım! Ben o gün dahaca Londra Olimpiyatları’na katılacağını duymuştum fakat birkaç gün sonra bizim kız “Sen daha tanıma beni bak neler de yapıyorum” dercesine, Barselona’da Dünya Gençler Atletizm Şampiyonası’nda 100 metrede gümüş madalya almasın mı? Kendi kendime, “Aaa bu geçen gün biz konuşurken bahsettiği kız değil mi ya? Helal olsun!” dedim. Ama bendeki ne sevinç görmeniz lazım! Ağzım kulaklarımda, sanırsınız ben koşmuşum. Hatta hızımı alamayıp ilk fırsatta Bengü’ye “Nimet- evet, ismini birkaç gün önce duymuş olsam da bir anda evimizden biri kıvamına gelmişti, halka mal olmak böyle bir şey olsa gerek- Barcelona’da gümüş madalya almış!” diye yetiştirdim sanki bir tek ben biliyormuşum gibi! Londra Olimpiyatları’nda bu sevinci tekrar yaşamayı çok istiyorum, söz veriyorum bu sefer daha bilinçli sevineceğim!-En azından haberi sadece ben duymuşum gibi yapmamaya özen gösteririm.- Sanıyorum bu durumda da söyleyebileceğim en anlamlı söz- mümkünse yüksek sesle, olmadı çığırarak- “Ha gayret Nimet, tabanlara kuvvet!” olur.

YAŞLANMAYALIM, BÜYÜYELİM 

Bu yazının size düşündürdükleri nelerdir bilmem ama, bir de benim penceremden bakarsak: Biz Bengüyle liseden beri arkadaşız. O zamanki kız kıza sohbetlerimizle şimdilerde olanları -bkz: yukarda kısmen bahsi geçen- kıyaslayınca, vay be diyorum, arada dağlar kadar fark var. Nerede o 1 ay sonraki bilmem ne partisinde ne giyeceğine ya da saçını nasıl yapacağına karar vermek için dolabı zihinlerinde önlerine döken kızlar, nerede bunlar? Hani çok olsa ciddi konu kapsamında ders konuşurduk biz arkadaş! Yaş 17’ye karşı 27! Zaman kendi halinde geçmekle kalmıyor, bizi de değiştiriyor, büyütüyor ve olgunlaştırıyor mu ne?- Yaşlanıyoruz demek yerine bunları sıraladım, bozmayınız. Anlayacağınız, benim penceremden durum vahim! Bu gidişle yakında kırışık kremlerine de dadanırım ben!

Başak SULTAN

 

TANRIM İKİ KİLO ALMIŞIMMM, ÖLEYİM BEN!

Ünlüler dünyasında kim neresine ne yaptırmış, kim kaç kilo almış kaç kilo vermiş, hamileliğinden sonra vücudu ne hale gelmiş ya da gelmemiş, dışarıya makyajsız çıkmış mı çıkmamış mı ve benzeri konular hep gündemde olmuştur. Bu konuda ben bari bir şey demiş olmayayım diyordum ama yine Deniz Seki’nin, Yeşim Salkım’ın, Işın Karaca’nın, Gülben Ergen’in ve Ayça Bingöl’ün selülitleriyle ilgili haberlerle dolu bir programa rastlayınca dayanamadım.
Bu haberlerle ilgili başkalarına sorulduğunda, kimileri o camiadan kişilerin fiziksel görünüşlerine dikkat etmesi gerektiğini ya da görüntü vermemesi gerektiğini savunuyor. İlk bakışta bu cümleler mantıklı geliyor insana ama sonra düşünüyorum, kime göre neye göre belirleniyor bu güzellik? Sahnede muhteşem işler yapan, billur sesli şarkıcılar ya da usta oyuncular fazla kiloları, selülitleri varsa işlerini yapmayacaklar mı? Diledikleri gibi güneşlenip tatil yapamayacaklar mı? Çok iyi hatırlıyorum, Popstar yarışmalarından birinde Simge adında fazla kilosu olan bir yarışmacı vardı. Onun kilolarının popstar olmasına engel olup olmadığı tartışılmıştı da o zaman da “bizim hiç kilolu şarkıcımız yok mu yahu? Dünyada da var bizde de var. Onlar star değil mi yani” diye düşünmüştüm. Tabii bu mankenlik için farklı olabilir o konuda haklı olabilirler çünkü o fiziksel görünüşe dayalı bir meslek.
Yanlış hatırlamıyorsam, Pınar Altuğ Atacan bir röportajı sırasında kendisine kilo aldığı söylenince, “biz kadınız belli dönemlerimiz olur vücudumuz şişer, kilo alırız kilo veririz bunlar çok normal ve olması gereken şeyler” demişti. Ama medya bunu hemen her haberinde “kusursuz fiziğiyle bilmem kim…” ya da “şurası deforme olmuş burası sarkmış” gibi cümlelerle yansıttığı için ister istemez insanın kafasında ilk etapta“demek ki herkes böyle olmalı” düşüncesi oluşuyor. Böyle bakarsak metabolik veya hormonel sorunları ya da çeşitli engelleri olan ünlüler ellerinde “şu nedenle böyle görünüyorum” şeklinde pankartlar taşımalı.(!)

Ayça Bingöl de denizde ‘yakalanan’ ünlüler arasındaydı!

Sevgili Vahide Gördüm, iyileşmesinin ardından kibarca hastalığıyla ilgili fazla soru sorulmasını istemediğini, iyi olduğunu ve böyle şeylerle gündemi doldurmak istemediğini söylemişti. Kendisine bir kere daha hayran olmuştum, o nasıl mütevazı bir tavırdı öyle… Uzamaya başlayan saçlarını sarıya boyatmış, laf aramızda muhteşem olmuş, bu konuyla ilgili sorular sorulunca da gülümseyerek yine aynı mütevazi tavırla “böyle şeyleri konuşmayı pek sevmiyorum aslında” diyor. Bahsettiğim şey tam olarak bu. Olanlar ortada zaten, kilo almışsa almış, vermişse vermiş, saçını boyatmış ya da kestirmiş. “efendim biraz kilo almışsınız, selülitli fotoğraflarınız için neler söyleyeceksiniz?” demenin ne anlamı var? Bunu defalarca tekrar etmenin, düşünecek konuşacak başka şey yokmuş gibi sürekli aynı şeyleri haber yapmanın ne anlamı var? Vay efendim çilekeş Cemile, Bodrum sahillerinde çuval beziyle dolaşmış. Eee? Yani? Ünlü olmak bu insanların cezası mı arkadaş? Hepimiz kendi halimizde hayatlarımızı yaşıyoruz, neden o insanları bu kadar sık-boğaz ediyoruz? Bir ara Gülben Ergenle ilgili haber o kadar çok döndü ki neredeyse Ergen’in diğer adı selülit olmuştu. Hadi bir kere yazdın ettin, bir haber haftalarca gündemde tutulur mu?
Reklamla mı ilgili bu durum bilmiyorum. Ama ülke olarak birilerinin selülitlerinden, kilolarından ya da fiziksel kusurlarından daha fazla düşünecek şeylerimiz olduğunu düşünüyorum. Diyeceksiniz ki madem öyle sen niye yazıyorsun? Anlamıyorsun neden konuşuyorsun? Sonuçta ben de alıcı taraflardan biriyim ve bu haberler bana da sunuluyor. En azından birilerinin bu durumu sorguladığını görsünler diye naçizene fikrimi söylüyorum işte… E daha ben ne diyeyim arkadaş… En iyisi kilolarıma dikkat edeyim, mazallah fazla kilom var diye yazmamıza da karışırlar falan, neme gerek!

Başak SULTAN

‘ADINI FERİHA KOYDUM’ İZLERKEN NE HİSSETTİNİZ?

Sizi bilmem ama ben Adını Feriha Koydum sezon finalini izlerken kelimenin tam anlamıyla kendimi ‘kandırılmış’ hissettim. Evet, tam anlamıyla böyle hissediyorum. Hissettiğim güzel şeyleri, kötü ve olumsuz şeylere göre çok daha kolay ifade ederim ancak bu gece ekrana öylece bakakaldım ve bir şeyler söylemezsem çatlıcam! Asla bir film ya da diziyi eleştirecek bilgim yok bunu kabul ediyorum ama sonuçta bunların sunulduğu kişilerden biri olarak naçizane söz söyleme hakkım olduğunu düşünüyorum. Yoksa bile densizliği ele alıp döküyorum içimi: Bu neydi şimdi böyle arkadaş?


Normalde finali beklenen Adını Feriha Koydum dizisi de, yaza geçişle beraber pek çok dizi gibi sezon finalini yaptı. Ama o nasıl bir sezon finaliydi öyle? Resmen “Siz biraz izleyin oyalanın, kapanıştan hemen önce sizi merak ettirecek bir unsur bırakıp öyle gideceğiz biz” der gibiydi.
Bana kalırsa, zaten bilindik hikayenin- zengin erkek, zenginlerin hayatına özenen fakir kız- milenyum versiyonu olarak ortaya çıkmış bir diziydi ve pek çok kişi ya sağlam oyuncu kadrosundan dolayı ya da belki kendinden bir şeyler bularak –malum her kesimden insanımız var- izledi. Ben ilk birkaç bölümü oyuncu kadrosu için izlemeye çalışmıştım ama hikayeden hiç keyif almamıştım. Örneğin bir Aşk-ı Memnu da aslında bilindik bir hikayeyi anlatıyordu ama öyle güzel anlattılar öyle güzel bir iş çıkardılar ki bu yaz dönemi tekrarı bile izlettiriyor kendisini. Üstelik onun sonunu da hemen hemen biliyorduk. Bu arada yine olayların akışını az çok tahmin ettiğimiz, eğlenmek için izlediğimiz Yalan Dünya bile beklediğimden çok daha güzel bir sezon finali yaptı. Haa bir de bu diziyi, benim gibi yaz tatilinde tekrarlarına rastlayıp, izleyecek daha iyi bir şey bulamayınca ara ara izleyen sonra garip bir şekilde izlemeye devam edenler vardır tabi. Bence azımsanmayacak kadar çok olabiliriz.
Her neyse, dizi başından beri lanetli durumlara gebe oldu diyebiliriz. Çok sevdiğimiz Vahide Gördüm’ün rahatsızlığı ile diziye ara vermek zorunda kalması ve sonra yine güzel oyuncu Deniz Uğur’un rahatsızlanması birbiri ardına gelişen kötü olaylardı. Neyse ki Vahide Gördüm sağlığına kavuştu da iyi olsun da tek gözden ırak olsun dedik. Tabii şimdi de Deniz Uğur için aynısını diyoruz ve en kısa zamanda sağlığına kavuşmasını diliyoruz.
Vahide Gördüm’ün diziye ara vermesiyle her ne kadar ara ara telefon bağlantıları ile varlığını gösterse de, hikayenin en önemli karakterlerinden biri de çıkmış oldu ve bence bir anda oradan oraya savrulan bir Feriha izlemeye başladık. Sonuçta Feriha’yı her zaman koruyup kollayan, yalanlarını bildiği halde susan ancak yalanlardan kurtulması için kızına doğru yolu da göstermeye çalışan anne bir anda bir telefon mesafesine gitmişti ve bizim kız yalnız başına kalmıştı. Annesi onun hem annesi hem de sırdaşıydı. Tabi onu her an hatırlatan o kırmızı taşlı küpeler sürekli gözümüze sokuldu. Dizide annenin yokluğu bence garip olaylar silsilesiyle dengelenmeye çalışıldıysa da bana göre çok iğreti duran durumlar oldu. Mesela Feriha eski nişanlısı Halil tarafından kaçırılıyor, Emir Feriha’yı kurtarıyor ancak bu anneye kesinlikle söylenmiyor. Niyetim ayrıntılara girip şu olmadı bu olmadı demek değil. Sadece demek istediğim, hikaye öyle garip bir hale geldi ki, haziranda final yapacaklar söylentilerini ilk duyduğumda “Oh bitsin artık daha fazla zorlamasınlar.” demiştim. –Aynısını Fatmagül’ün Suçu Ne? Dizisi için de düşünmüştüm.- Ve keşke öyle yapsalardı ama sezon finalini tercih ettiler.
Son birkaç bölümdür, Feriha ve Emir arasındaki gergin durumları kendimi teker teker onların yerine koyarak anlamaya çalıştım. Gerçekten, insan zamanında birlikte esir alınır ve ölümün eşiğinden dönse bile, üzerinden zaman geçince gündelik yaşantıda gelişen olaylara yenik düşer mi acaba? Diye düşündüm. Sonuçta bizim kız kaçırıldı ve ona aşık esas oğlan – üstelik araları düzelmemişken, hala ayrılarken- her yerde onu aradı ve çağırılınca bir an bile düşünmeden Feriha’nın olduğu yere gitti.(Ayrıca o eve daha önceden ararken de giderek düşünceliliğini, dikkatini ve hassasiyetini göstermişti.) Sonra birlikte gizlice evlendiler, en ağır şeylere bile göğüs gerdiler de ne oldu da geçen bölümde birden 3 yıl geçmiş ve 3 yıl önce boşanmış olarak karşımıza çıktılar? Gurur bu kadar mı üstündü aşklarından? Üstelik ikisi de birer yaşayan ölü olmuşlar. Ayrıca aralarındaki sınıfsal farklar da bir nebze kapanmış zira artık esas kızımız da paralanmış yani öyle bir engelleri de yok ama buz gibi suratları ve birbirlerine ancak gizli saklı hallerde güzel bakan gözleri var. Tabii diğer karakterlerin de hayatlarında bir hayli değişiklikler olmuş, bizim sihirli peri sadece Feriha ve Emir’e dokunmamış. Geçtiğimiz bölümü, final yapacaklarsa nasıl olacak bir bölümde 3 yıl geçmiş gelecek bölümde de Feriha ve Emir’i barışmış ve çoluk çocuğa hatta torun torbaya karışmış olarak mı göreceğiz acaba? diyerek izlemiştim. Derken final yapılmayacağı söylentileri de oldu ki maalesef öyle de oldu.
Bu hafta sezon finalinde ise, normalde beklenmeyen bir şekilde bizim çifte kumrular gerçekleri anlatınca, bir anda birbirlerini yanlış anladıklarını fark ettiler. Bu diyaloglar normal bölümlerde olsa birkaç bölüm inanmama ve triple devam eder ve yine sağlığı tehdit eden bir durumla barışmayla sonuçlanırdı. Aynı şekilde bizim asi kız Feriha hiç beklenmedik bir şekilde Emir’e parkta adım attı ve Emir de yine bizleri şaşırtarak ona döndü. “Sen 3 yıl önce bana güvenmeden hiçbir şey demeden çektin gittin be kadın! Ben sana nasıl güvenicem?” triplerine girmedi. Gerçi 3 yıldır aşık olduğu, ardından enkaza dönüştüğü kadının tekrar onunla olacak olması tüm bunları bir anda silmiş de olabilir. Aşklar bazen böyledir, araya zaman girer, büyük sorunlar küçülür. (Tabii özellikle de sezon finaline gidiyorsanız.)Ve 10 gün geçiverir, normalde babasına bir lafı söyleyecekken bin kere düşünen yüz kere kaşını gözünü oynatan dişini sıkan Feriha bir şekilde ailesini Emirle evleneceğine ikna etmiştir ve hep beraber mutlu mesut bir düğün organize etmişlerdir. Derken o hemen her dizide uzun uzun gösterilen nikah sahnesi ve heyecanla söylenen “evet”ler her ne kadar yankı ile duyrulsa da “Bunlar zaten daha önce de evlendiydi, burada da böyle bir şey oldu işte anlayın.” der gibi geçti.
Aynen öyle yaptık, evlendiler işte dedik imzalar atıldı falan dedik ve olaylar bu kadar hızla ilerlediğine göre bunun altından muhakkak kötü bir şey çıkacak diyerek ilk dansı bekledik büyük bir heyecanla. Öyle de oldu… Dans başladı silah sesi duyuldu Emir ve Feriha’nın gözleri doldu, suratlarında sanki vedalaşıyorlarmış gibi garip hüzünlü bir ifade oluştu… tamam bunlar kabulümüz de eğer vurulduysan suratında gerçek bir acı ifadesi olması gerekmez mi? İstesen de o kadar romantik olamazsın ki? ya da olabilir misin? Öyle garip bir ifadeleri vardı ki sanki birbirlerinin öleceklerinden haberdarlarmış gibi, gözleri yaş dolu tatlı tatlı bakıyorlardı pür dikkat! Hani şimdiye kadar da o kadar garip şeyler oldu ki dizide, evlendikleri an birbirlerini öldürseler “bunlar da böyle bir çiftmiş garip ruh halleri varmış vardır yine bir bildikleri” diyerek şaşırmazdım herhalde! Şok durumunda böyle donma halleri oluyor sanırım bilmiyorum ama sanki silahlar başka bir yerlerde patlamış gibiydi zaten. Ne ortalıkta koşturan, ne aaaaa diye bağıran çağıran ne saçını başını yolan birileri vardı. Hadi bizim Romeo ve Juliet dondu kaldı diyelim, davetliler de mi dondu kaldı. O her şeye en tiz sesleriyle yorumlar yapan Feriha’nın halası ve Gülfidan hanım “anaaaam anaaaam” diyerek dolanmaz mıydı ortalarda?
Feriha ölür ve söylendiği gibi iki yeni karakter de eklenerek dizi devam ederse ki bu durum dizinin adıyla bile alakasız olacaktır, bu sezondan çok daha ilginç bölümler bekliyor gibiyiz. Zira dizinin öyle bir havası var ki düzeltilmeye çalışılan her yer elinizde kalmış gibi. Hatta “bırakın dağınık kalsın, bunun sonunu biz kendimiz kafamızda kuralım,nasıl istiyorsak öyle olsun” diyesim geliyor. Ama sanıyorum korktuğum başımıza gelecek. Bekleyip göreceğiz. Tüm bunlar tam da siz böyle düşünün diye yapıldı diyebilirsiniz. Madem öyle, lütfen gelecek sezonu öyle bir şekilde açın ki tüm bu satırlar yerle bir olsun başıma! Razıyım, yeter ki bu hikaye daha fazla çığırından çıkmasın!

Başak SULTAN

GÖKSEL’DE BİR ALBÜM VAR…

İtiraf ediyorum, bir gün Göksel ile ilgili böyle bir paylaşımda bulunacağımı hiç tahmin etmezdim.

“Yollar” adlı ilk albümünü çıkardığında ben ilkokuldaydım ve kendi yaşıtım olan kızların ağızlarını 333 der gibi büzerek “sabır sabır ya sabır” diyerek söyledikleri şarkı da albümün çıkış parçasıydı. Maalesef ben şarkıyı büktükleri dudaklarından -garip danslarıyla da beraber- ilk defa akranlarımdan duyduğum için resmen şarkıya “gıcık” olmuştum. Epey sonra klibindeki oyuncak bebek gibi görünen o tatlı kıza –rengarenk klibi eğlenceli de olsa- bu şarkıyı hiç yakıştıramamıştım ve “Bu şarkıyı bu kız söylüyormuş demek.” diyerek şaşırmıştım. Bu nedenle Göksel ile tanışmam kendimce pek hoş olmamıştı.(Evet çocuk olabilirim ama şarkıları ve kliplerini bazen avaz avaz söylemeyi sevdiğim için, bazen de sırf yeni çıktıkları için takip ediyor ve kendimce yorumlarda bulunuyordum, hatta haddimi bilmeyip bana kalsa bu klip şöyle olmalıydı diye konuştuğum da oluyordu, çocuk olmak gerçekten büyük bir hazineymiş, o zaman gülüp geçilen hatta hoşa giden sözlerimi şimdi söylesem topa tutulurum.)Neyse sonraları şarkıyı sevdim, ya da belki Göksel’in tarzına alıştım ve ona yakıştırdım, hatta şimdi düşününce o şarkıyı ondan başka kimsede düşünemiyorum.

SANKİ HEPSİ ‘KULAĞA HOŞ GELEN’ PARÇALARDI
Zaman hep yaptığı gibi “aradan” geçti. Yanlış hatırlamıyorsam 2000li yıllara geçmiştik. Göksel bir albüm tanıtımı için konuk olarak bir televizyon programındaydı. Programa bağlanan bir izleyici -cümlesini tam hatırlamasam da- Göksel’in sesinin duygusal şarkılara çok uyumlu olduğunu belirterek hareketli ve enerjik şarkılardan daha çok melankolik şarkılar söylemeye uygun biri olduğunu sandığını söylemişti. Tabi ki bu onun kişisel görüşüydü ama o güne kadar Göksel duygusal şarkılarıyla daha çok ünlenmişti sanki.

Evet. Yine aradan zaman geçti. Göksel 2012’de öyle bir albüm yaptı ki o yumuşak sesiyle nasıl sert, nasıl eğlenceli, nasıl duygusal ve romantik olunabileceğini bize gösterdi. Ayrıca yeni imajını da kafamda Göksel’in sesine oturttuğum karakteriyle çok uyumlu buldum. Bana göre güzel ve çok da seksi olmuş. İmajından bahsetmeden geçmek istemedim ama bana göre asıl sarsıcı olan albüm. Müzikal anlamda şarkıları değerlendirecek ne bilgim ne haddim var ama kullanılan ensturmanlar da dahil, dinlediğim her şarkının bana ayrı bir keyif verdiğini söyleyebilirim. Dinlerken “Ne bileyim bu şarkıda anlatamadığım garip bir şeyler var gibi” ya da “Bu sözlere biraz daha slow/hızlı bir ezgi daha iyi olurdu bence” demedim. Bir albümde bazı şarkılar diğerlerine göre daha fazla sevilir ya, bu albümde bu olmadı tüm şarkıları çok beğendim, hani “kulağıma hoş gelen” deriz ya hepsi kulağıma pek bir hoş geldi.

ÖNCE DİNGİNLİK SONRA HUZUR…
Şarkılar hemen hemen herkesin hayatı boyunca ilişkilerinde en az bir kere yaşamış olabileceği olayları teker teker anlatıyor sanki… Hele albüme adını veren cümlenin geçtiği “Yalnız kuş” şarkısı her birimizin aşk hayatında mutlu sonumuza ulaşana kadar “tecrübe oldu diyerek” yaşadığımız olaylarda, bir kere bile olsa hissettiğimiz duyguları özetlemiş. Ve bu şarkıları öyle içten ve samimi söylemiş ki bence hem kırılgan hem güçlü nasıl olunur, amaç karşısındakini incitmek olmadan sadece içindekileri söylemek için isyan bayrağı nasıl çekilir gösteriyor. İsyanlar bile insanın içindeki öfkeyi depreştirmiyor da, daha bir kendiyle yüzleşme ve kabullenme süreci yaşatıyor sanki. Hani demek istediğim elinizi belinize atasınız gelmiyor ya da kendinizi bir anda karşınızdakinden intikam alan senaryolar içinde düşünmüyorsunuz da, yaşadığınız süreci kabulleniyor ve olanlarla, belki de hatalarınızla barışıyorsunuz. Ardından bir dinginlik çöküyor, nedensiz ve tatlı bir huzur geçiyor kafanızın üzerindeki konuşma balonlarının içinden.
Albümün bütününde karşı tarafa yapılan göndermelerde de ufak tefek iğnelemeler var ancak bunlar asla kişilere, yaşananlara ve duygulara saygısızlık boyutunda değil. Nedense karşı tarafla savaşır gibi değil de, hafif bir tebessümle ve inceden bir sitemle içini döküyormuş hissi verdi bana.
Şarkıların hikayelerini nasıl yazıldıklarını hep merak ederim. Ancak özellikle bu albümün hazırlanma sürecinde bulunmak ve en ufak ayrıntısına kadar bilmek isterdim çünkü albüm beni bu kadar etkilediyse sürecin kıyısında köşesinde bir yerinde bulunsam neler olurdu bunu düşünmek bile bana büyük bir heyecan veriyor.
Zaman bulduğu aralardan geçmeye devam ediyor ve belki ben bunları yazarken, Göksel-albümü yeni çıksa da- büyüleyici yeni bir şarkı hazırlıyor. Bunlar albümün bana hissettirdiği duygular ve düşündürdükleri. Kendimce, naçizane, güzel şeyler hissettiğimi düşünüyorum ve dinleyen herkesin en azından benim hissettiğim duyguları ama mümkünse çok daha fazlasını hissetmesini dileyerek kendimi Göksel’in sesine bırakıyorum…

 Başak SULTAN

 

İŞTE İSTANBUL’A AÇILACAK İMAM HATİPLERİN SAYISI

İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü, “4+4+4” eğitim sistemine göre düzenleme yaptı.

Akşam gazetesinde yer alan habere göre; kentteki bin okul, ilköğretim olarak hem orta hem ilkokul olarak hizmet vermeye devam edecek.

450 okulun ise İlk, Orta ve İmam Hatip Ortaokulu olması kararlaştırıldı.

yeni sistemle 39 ilçede 67 İmam Hatip Ortaokulu açıldı.

İlçelere açılacak imam hatip okulu sayısı şöyle oldu;

Adalar 1,

Ataşehir 2,

Avcılar 1,

Bahçelievler 3,

Bağcılar 3,

Bakırköy 1,

Başakşehir 1,

Bayrampaşa 1,

Beşiktaş 1,

Beylikdüzü 1,

Beyoğlu 2,

Büyükçekmece 4,

Çatalca 3,

Çekmeköy 1,

Esenler 3,

Esenyurt 1,

Eyüp 4,

Fatih 2,

Güngören 1,

Kadıköy 2,

Kağıthane 1,

Kartal 1,

Küçükçekmece1,

Maltepe 2,

Pendik 1,

Üsküdar 1,

Ümraniye 5,

Tuzla 3,

Şişli 1,

Sultangazi 2,

Sultanbeyli 5,

Silivri 2,

Sarıyer 1,

Sancaktepe 3.