5053873217 [email protected]

KANSER HASTALARI DA ANNE OLABİLİR!

Genç yaşta kanserle tanışan kadınların en büyük kaygılarından biri, tedaviden sonra anne olma şansını yitirip yitirmeyecekleri… Kadınların bu kaygılarına karşılık, bilim dünyası da tıbbi çözüm arayışını sürdürüyor. Acıbadem Üniversitesi, 13 Ocak 2103 Pazar günü, kanser tedavisinde anne olmayı engelleyen sorunlar ve bilimsel çözümler konusunda yeni gelişmelerin ele alınacağı “Kanserde Doğurganlığın Korunması” başlıklı bilimsel bir toplantı düzenliyor.

Sağlık Bakanlığı Kanser Daire Başkanı Doç. Dr. Murat Gültekin’in de konuşmacı olarak katılacağı sempozyumda, “kanser olan kadınlarda anne olma şansını arttıran yöntemlere” dikkat çekilecek.

Acıbadem Üniversitesi’nin yanısıra çeşitli üniversitelerden hekimlerin de konuşmacı olarak yeralacagı sempozyumda; Acıbadem Üniversitesi Öğretim Üyesi Kadın Hastalıkları-Doğum ve Jinekolojik Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Mete Güngör, “jinekolojik kanserlerde organ koruyucu yaklaşımlar”ı anlatacak. Acıbadem Maslak Hastanesi Tüp Bebek Merkezi Koordinatörü Prof. Dr. Bülent Tıraş ise “kanserli hastalarda yumurtlama tedavisindeki son gelişmeler”i aktaracak.

KANSERDE DOĞURGANLIĞIN KORUNMASI SEMPOZYUMU

Başkanlar: Prof. Dr. Mete Güngör, Prof. Dr. Tansu Küçük

Program
I. OTURUM:
Oturum Başkanları: Faruk KÖSE, Serkan ERKANLI
10:00-10:15 Doğurganlığın korunması kavramı ve endikasyonları
Acıbadem Maslak Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. Tansu Küçük
10:15-10:30 Doğurganlığın korunmasında etik ve yönetmelikler
Sağlık Bakanlığı Kanser Daire Başkanı Doç. Dr. Murat Gültekin
10:30-10:45 Doğurganlığın korunabileceği kanserlerin epidemiyolojisi
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Doç. Dr. Nejat Özgül
10:45-11:15 TARTIŞMA

II. OTURUM:
Oturum Başkanları: Bülent TIRAŞ , Ateş KARATEKE
11:30-11:45 Kemoterapinin fertilite üzerine etkisi
Acıbadem Maslak Hastanesi Tıbbi Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Özlem Er
11:45-12:00 Radyoterapinin fertilite üzerine etkisi
Acıbadem Maslak Hastanesi Radyasyon Onkolojisi Uzmanı Doç. Dr. Hale Başak Özkök
12:00-12:15 Jinekolojik kanserlerde organ koruyucu yaklaşımlar
Acıbadem Üniversitesi Öğretim Üyesi Kadın Hastalıkları-Doğum ve Jinekolojik Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Mete Güngör

12:30-13:30 YEMEK

III. OTURUM:
Oturum Başkanları: Tansu KÜÇÜK, Bülent URMAN
13:30-13:45 Overleri RT veya KT zararlarından koruyacak yaklaşımlar
Acıbadem Kadıköy Hastanesi Tüp Bebek Merkezi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Tayfun Bağış
13:45-14:00 Kanserli hastalarda ovaryan stimülasyon
Acıbadem Maslak Hastanesi Tüp Bebek Merkezi Koordinatörü Prof. Dr. Bülent Tıraş
14:00-14:15 Embriyo ve oosit kriopreservasyonu
Amerikan Hastanesi Embriyoloji Uzmanı Dr. Başak Balaban
14:15-14:30 Over dokusunun kriopreservasyonu ve transplantasyonu
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. Murat Sönmezer
14:30-15:00 TARTIŞMA VE KAPANIŞ

VEREM HASTALIĞINI CİDDİYE ALIN

Ülkemizde her yıl Ocak ayının ilk pazarı ile başlayan hafta Verem Savaşı Eğitim ve Propaganda Haftası olarak kutlanılır. Bu yıl 66.sı gerçekleştirilecek hafta içerisinde tüm ülkede, yazılı ve görsel medyada, okullarda, halk eğitim merkezlerinde, cezaevlerinde ve sağlık kurumlarında eğitimler verilmektedir.

VEREM HASTALIĞI

Verem hastalığına Mycobacterium tuberculosis adlı bir mikrop neden olmaktadır. İnsandan insana bulaşır. Bulaşma hava yolu ile olmaktadır. Bulaştırıcı verem hastasının öksürmesi, aksırması, konuşması ile verem mikrobu havaya saçılır. Bu saçılan damlacıkların içindeki mikrobu sağlıklı kişiler soluyarak alırlar. Bu nedenle mikropla karşılaşmak için bir verem hastasıyla aynı ortamda, aynı havayı paylaşmak yeterli olabilmektedir. Mikrop alındıktan sonra aylar, yıllar içinde hastalık görülebilir. Vücut direnci sağlam kişilerin büyük çoğunluğu hastalanmadan mikropla yaşayabilir.

Hastalık olunca, öksürük, balgam, iştahsızlık, kilo kaybı, terlemeler olur. Bunları dikkate almayan hastada bir de kan tükürme başlarsa hemen doktora başvurur. Akciğer filmi ile veremden şüphelenilir. Balgamda mikroskopla mikrop görülünce de tanı kesinleştirilir. Tanının gecikmemesi için başta öksürük olmak üzere burada sayılan yakınmaları olan kişilerin en kısa sürede verem savaşı dispanseri ya da bir göğüs uzmanına başvurmaları önerilir.
Tedavi, dört ayrı ilacın en az 6 ay kullanılması iledir. Altı ay düzenli ilaç kullanmak zordur. Bu nedenle hastaların ilaçlarını içmeleri için özel bir çaba gösterilir.
Bugün kullandığımız ilaçlarla verem hastalığı yüzde yüze yakın tedavi edilir. Tedavi başlanınca hastanın bulaştırıcılığı hızla, birkaç haftada yok olur.
Tedavi ilaçlarının hastanede ya da ayakta kullanılması fark etmez. Hastane yatışına ihtiyaç duyuran özel bir durum varsa yatarak tedavi gerekebilir.
Hastaların aile bireyleri ile aynı ortamda birlikte çalıştıkları kişiler, temaslı sayılır ve muayene edilirler. Mikrop alanlara koruyucu tedavi verilir. Hasta olanlar tedavi edilir.

DÜNYADA VEREMİN DURUMU

Verem, hala insanlığın başındaki büyük belalardan birisidir. Tüberküloz (verem) tümüyle tedavi edilebilen bir hastalıktır. Tanısı kolaydır. Tedavisi ucuzdur. Bununla birlikte dünyada 12 milyon verem hastası vardır. Her yıl 8 milyondan fazla yeni verem hastası ortaya çıkmaktadır. Bu hastaların yaklaşık 3 milyonuna tanı dahi konulamamaktadır. Her yıl yaklaşık 1,4 milyon insan verem hastalığı nedeniyle ölmektedir; bu, bir günde 3.800 kişinin veremden öldüğünü göstermektedir.
Afrika, verem hastalığının insanları en çok etkilediği kıtadır. AIDS hastalığı ile birlikte tüberküloz ölümcül bir birliktelik oluşturmaktadır. Bu kıtada, yoksulluk, sağlık insan gücünün azlığı, sağlık alt yapısının eksikliği gibi birçok unsur durumu daha da vahim hale getirmektedir.
Asya kıtası ise, başta Hindistan olmak üzere, verem hastalığının en çok görüldüğü ülkelerin bulunduğu yerdir. Bu kıtada da yoksul, sağlık çalışanları az ve olanakları sınırlı birçok ülke bu hastalığın pençesindedir.
Dünya genelinde çok ilaca dirençli tüberküloz (ÇİD-TB), yaygın ilaç dirençli tüberküloz (YİD-TB) gibi tedavisi daha zor, daha uzun süren ve daha pahalı hastalık şekillerinin ortaya çıkması sorunu daha da büyütmüştür.
Dünyanın bu en eski ve en çok öldüren hastalığı için yapılanlar yetersizdir. Dünya genelinde büyük bir çaba yürütülmektedir. Bununla birlikte hala görülen tablo üzücüdür.
Yeni ilaç bulma çalışmaları, yeni aşı çalışmaları, yeni tanı araçları bulma çalışmaları yürütülmektedir. Bu konulardaki gelişmeler umut vericidir.

TÜRKİYE’DE VEREMİN DURUMU

Ülkemizin yüzyıllık bir verem savaşı geçmişi vardır. Son 15 yıldaki çalışmalar ve bunların istatistiklere yansıması ülkemizde daha iyi bir verem savaşı yürütüldüğünü göstermektedir. Sağlıkta Dönüşüm döneminde verem savaşı dispanserlerinin görevlerini sürdürmesi bu bakımdan önemlidir. Yine, aile hekimliği uygulaması döneminde birçok hekim yer değiştirirken, verem savaşı dispanserlerinin mevcut ve yeni hekimlerinin sürekli eğitimi için çalışılması önemlidir. Bu sayede hizmetlerin devamında kalitenin ve verimliliğin sürdürülebilirliği sağlanmaktadır. Tüberküloz kontrolünde konuyu bilen hekimlerin ve yöneticilerin olması hayati önemdedir. Bu, verem savaşı dispanserlerinin gerekliliğini göstermektedir. Ülkemizde, verem savaşı başarılıdır.
Son yıllarda ülkemizdeki kayıtlı verem hastalarının sayıları düşmektedir. 2006 yılında toplam 20.526 verem hastası var iken, 2010 yılında toplam 16.551 verem hastası verem savaşı dispanserlerine kayıtlıdır. Kayıtlı hasta sayısında yılda yaklaşık yüzde 5 azalma görülmektedir. Bu bir başarıdır. Bu başarı nedeniyle bütün verem savaşı çalışanlarını ve Sağlık Bakanlığı’nı kutluyoruz.
Ülkemizde çok ilaca dirençli tüberküloz (ÇİD-TB) hastaları 1990 yılından beri düzenli olarak tedavi edilmektedir. Son yıllarda görülen az sayıdaki yaygın ilaç dirençli tüberküloz (YİD-TB) olguları da tedavi edilmektedir.
Türkiye’de son 60 yıldır istikrarlı olarak Sağlık Bakanlığı verem ilaçlarını satın alarak hastalara ücretsiz vermektedir. Verem ilaçlarını verem savaşı dispanserleri her bir hasta için özel hazırlayıp vermektedir. Bunun yanında verem hastasının ilaçlarını düzenli içmesini sağlamak için çalışmaktadır. Bunun için, her hastaya her doz ilacın gözetimli olarak içirtmek hedeflenmektedir. Buna “doğrudan gözetimli tedavi” yani DGT denilmektedir.
Bu başarılar yanında şüphesiz sorunlarımız da vardır. Doğrudan gözetimli tedavinin kalitesinin artırılması gereklidir. Hastalara sosyal ve ekonomik destek sağlamada yeterli değiliz. Hastalara yol parası ve destek sağlamakta yetersiziz. Bunun yanında verem savaşı dispanserlerinin sürdürülmesi hala hayati önemdedir. Verem savaşı dispanser çalışanlarının işlerinin sürekli olması, hastaların bu konuyu bilen kişilerce takibini sağlayacaktır. Merkezi ilaç alımı ve düzenli ikmal büyük önem taşımaktadır. İlaç eksikliği olması, verem savaşı açısından kabul edilemez bir problem oluşturabilir.
Akciğer sağlığı, Türk Toraks Derneği’nin geliştirmeye çalıştığı bir alandır. Bu nedenle, verem savaşının da başarıyla sürdürülmesini arzu ediyoruz.

KIŞ GÜNEŞİ İLE DEPRESYONDAN KORUNUN

Kış aylarında gün ışığının azalması, depresyon riskini artırıyor. Uzmanlar, bu duruma biyolojik ritmi ayarlayan beyindeki merkezin yetersiz uyarılmasının neden olabileceğini belirtiyor. Kış depresyonunun tedavisinde, kış güneşinden yararlanmak önem taşıyor.  Havaların soğuması, günlerin kısalması ve puslu hava, depresyona davetiye çıkartıyor. Genellikle eylül-ekim aylarında başlayıp ilkbaharda sona erdiği için “kış depresyonu” adını alan bu duygu durumu, toplumun yüzde 2-5’inde görülüyor. Duygu durumu ile biyolojik ritim arasında doğrusal ilişki bulunuyor. Bu sorunun; melatonin hormonunun düzensiz salgılanması ve beyinde biyolojik ritmi sağlayan bölgenin yetersiz uyarılması nedeniyle oluştuğu düşünülüyor. Acıbadem Eskişehir Hastanesi’nden Psikolog Orhan Öztürk, kış depresyonunun nedenlerini ve bu durumun üstesinden gelmek için yapılması gerekenleri anlattı.

DEPRESYON NEDİR?
Aslında birçok kişi, depresyonu yalnızca duygusal çöküntü hali olarak düşünüyor. Oysa bunun yanında, pek çok bilişsel ve davranışsal bozulma da söz konusu. Depresyon yaşayanlar kendilerini sadece üzgün, mutsuz, huzursuz, içe kapanık ve umutsuz hissetmiyor. Zihinsel faaliyetlerinde de aksama olabiliyor. Örneğin; sıklıkla hafıza, dikkat, konsantrasyon, muhakeme gücü, planlama, analiz etme gibi bilişsel yeteneklerde de sorunlar görülüyor. Kimi zaman öğrenme güçlükleri yaşanabiliyor, bu da okul ve iş hayatında problemler doğurabiliyor. Depresyon geçiren kişilerde davranışsal etkilere de rastlanıyor. İçe kapanarak daha az sosyalleşen bu kişiler, sevdikleriyle ve yabancılarla daha az iletişim kuruyor. Kimileri, gündelik hayatta yapmaları gereken davranışları yerine getirmekte bile güçlük çekiyor.  D vitamininden zengin bir beslenme tarzını benimsemek, özellikle bol miktarda balık tüketmek depresyonla mücadelede yardımcı oluyor.

KIŞ MEVSİMİ NEDEN DEPRESYONLA İLİŞKİLENDİRİLİYOR?
Bu mevsim birçok kişide karanlık ve iç bunaltıcı bir ruh haline yol açıyor. Ayrıca bazı kişiler azalan gün ışığına, kısalan gündüzlere ve uzayan gecelere daha duyarlı oluyor. Çünkü insanların duygu durumu ile biyolojik ritimleri arasında, nöropsikolojik açıdan doğrusal bir ilişki bulunuyor. Kış depresyonunun kaynağında da, melatonin hormonunun düzensiz salgılanması ve biyolojik ritimleri ayarlayan “suprakiazmatik çekirdek” adı verilen beyin bölgesinin yetersiz ya da zamansız uyarılmasının etkili olduğu düşünülüyor.

BU SORUNU, MAJÖR DEPRESYONDAN AYIRAN FARKLAR VAR MI?
Bu tür bir sınıflandırma yok ancak kış depresyonunu majör (klinik) depresyondan ayıran en büyük özellik, belli bir dönemde yaşanması. Son yıllarda üst üste, benzer zamanlarda tekrarlanması ve mevsime bağlı yaşanması halinde, kişinin kış depresyonunda olduğundan söz etmek mümkün. Bu kişilerde görülen dikkat çekici değişikliklerden bazıları; aşırı enerji kaybı, aşırı uyku hali, gün içinde devamlı yorgunluk hissi, gece uykuya dalma ve sabah uyanmada güçlük çekme olarak sıralanabiliyor. Mevsimsel depresyon yaşayan kişiler evde, işte ve okulda önemli sorunlar yaşıyorlar. Bir projeye başlamak, başlanan işi bitirmek, iş bölümü ve uzun vadeli planlar yapmak, irade gerektiren kararlar vermek gibi konularda güçlük çekiyorlar. Normalde keyif alarak yaptıkları birçok faaliyeti yapmakta bile zorlanabiliyorlar. Genellikle kış mevsiminde daha içe kapanık olan bu kişiler, yakınlarıyla da daha az zaman geçiriyorlar.

IŞIK VE DUYGU DURUMU ARASINDAKİ İLİŞKİ NEDİR?
Sağlıklı işleyen bir biyolojik saat ve dengeli uyku ritmi oluşturabilmek için, yeterli miktarda çevresel ışık almak gerekiyor. Çünkü ışık, biyolojik saati ayarlayıp düzene koyan en önemli çevresel uyaran. İnsan gözünde şekil, renk, hareket gibi görsel içeriğe duyarlı olmayan; sadece çevresel ışık seviyesinden etkilenen “retinal gangliyon hücreleri” olarak adlandırılan yapılar bulunuyor. Bunlar, doğrudan beyindeki ilgili biyolojik saate mesaj gönderen bir sistemin parçası olarak görev yapıyorlar. Bilindiği üzere biyolojik saatte oluşan herhangi bir bozulma, örneğin vardiyalı çalışma ya da kıtalar arası uçuşlardan sonra ortaya çıkan “jet-lag” durumu, psikolojik dengeyi ciddi şekilde bozabiliyor.

MEVSİMSEL DEPRESYONUN GÖRÜLME SIKLIĞI NEDİR?
Araştırmalara göre yüzde 2 ile 5 arasındaki kişide, mevsimsel depresyonun belirtileri görülüyor. Bu oran, güneş ışığının daha eğik açılarla geldiği ve kış mevsiminin uzun sürdüğü kuzey ülkelerinde daha da artıyor. İskandinav ülkeleri, Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri’nin kuzey bölgelerinde yaşayanların depresyona girme açısından daha fazla risk altında olduğu biliniyor. Örneğin; Amerika Birleşik Devletleri’nin kuzey sınırında yaşayanlar, güneydekilerin yaşadığından 7 kat fazla mevsimsel depresyon yaşıyor. Ayrıca genetik yatkınlık da bu sorunun görülmesinde etkili oluyor. İzlanda, Kuzey Avrupa’nın üst kısımlarında yer almasına rağmen, bu ülkede yaşayanlarda mevsimsel depresyona oldukça seyrek rastlanıyor. Bu durumun temelinde, İzlanda halkının genetik özelliklerinin ya da yaşam şeklinin etkisi olduğu düşünülüyor. Kadınlar ise, erkeklere oranla iki kat daha fazla risk altında bulunuyor.

KIŞ DEPRESYONUNUN TEDAVİSİ NASIL YAPILIYOR?
Bu konuda birkaç alternatif yöntem var. İlk aşamada, kişinin ihtiyaç duyduğu ışığı sağlayan, bunun için özel tasarlanmış ışık jeneratörlerinin kullanımı tavsiye ediliyor. “Fototerapi” denilen bu yöntemle, günün belirli bir zamanında mavi veya beyaz dalga boyunda ışık veren bir cihaz kullanılıyor. Yaklaşık bir defter büyüklüğündeki bu cihazlar, ayarlanan saatte parlak ışık yaymaya başlıyor ve biyolojik saatin ayarlanmasına yardımcı oluyor. Melatonin hormonu takviyesi de, etki derecesi tartışmalı olsa da uzun yıllardır bilinen bir yöntem. Mevsimsel depresyon, ilaçlarla da tedavi edilebiliyor, ancak bu ilaçların kişi üzerinde az ya da çok yan etkileri bulunuyor. Öte yandan ilaçların tedavi edici etkileri yaklaşık 3-4 hafta sonra ortaya çıkıyor. Bu sorunla baş etmede psikolojik danışmanlığın da büyük rolü oluyor. Stres yönetimi, kilo kontrolü, sağlıklı yaşam alışkanlıkları kazanma, sigarayı bırakma, zaman yönetimi, organizasyon becerisi, ilişki ve iletişim geliştirme, öz disiplin, öz saygı, cinsel sağlık, uyku hijyeni ve mesleki terapi gibi konularda uzman desteği alan kişiler, içinde bulundukları süreci daha kolay atlatıyor.


MUTSUZ İNSANLARDAN UZAK DURUN
 Depresyon, bulaşıcı bir duygu durumu. Unutmayın ki, depresyondaki kişilerle birlikte zaman geçirmek, sizin de depresyona girme olasılığınızı artırıyor. Ev ya da iş yerindeki mutsuz kişiler, diğerlerini de etkiliyor. Bu süreç, bir kısır döngü halinde devam ediyor.


KIŞ DEPRESYONUNDAN KORUNABİLİRSİNİZ!
– Bol ışık alan yerlerde bulunmaya özen gösterin.
– Evinizde ve çalışma ortamınızda perdeleri mümkün olduğunca açık tutun.
– Egzersiz yapın. Çünkü doğru şekilde yapıldığında egzersiz, en kuvvetli ve yan etkisiz antidepresanlardan biri. Ayrıca egzersiz yapmanın, daha rahat ve kaliteli uykuya yardımcı olduğunu da unutmayın.

ÇOCUKLARDA D VİTAMİNİNİ ABARTMAMAK LAZIM

Kış mevsiminde anne babaların sıkça yaptıkları hata:
ÇOCUKLARA UYGULANAN YÜKSEK DOZ D VİTAMİNİ BÖBREK TAŞI NEDENİ OLABİLİYOR!
Anne babalar soğuk kış mevsiminde hastalanır kaygısıyla çocuklarını sokağa çıkarmaktan genellikle kaçınıyor. Ana kaynağı güneş ışığı olan D vitamini eksikliğini önlemek için de özellikle bu mevsimde çözümü gelişigüzel vitamin takviyesi uygulamakta buluyor. Ancak çocuklara D vitamini takviye ederken çok dikkatli olmak gerekiyor, çünkü fazla doz D vitamini başta böbrek taşı oluşumu olmak üzere birçok sağlık sorununa yol açabiliyor!

D vitamini vücutta kalsiyum dengesinin düzenlemek, kemik mineral yapısının oluşmasını sağlamak, büyüme-gelişmeye katkıda bulunmak ve bağışıklık sistemini güçlendirmek gibi son derece önemli bir işleve sahip. Bu önemli işlevlerinden dolayı D vitamini gereksinimi, hızlı büyüme dönemlerinde artıyor. Çünkü eksikliğinde çocuklarda büyüme ve gelişme etkilenebiliyor, ciddi bir metabolik kemik hastalığı olan raşitizm ortaya çıkabiliyor. Acıbadem Kadıköy Hastanesi Çocuk ve Ergen Endokrinolojisi Uzmanı Prof. Dr. Serap Semiz, çocuklara aşırı D vitamini takviyesi yapılmasının zararlı sonuçlar oluşturabileceğine dikkat çekerek, “Aileler, özellikle kış mevsiminde çocukları yeterince güneş ışığı alamadıkları için D vitamini takviyesine ihtiyaç duyuyor. Ancak D vitamini yağda eriyen ve depolanan bir vitamin olduğu için günlük gereksinimin üzerinde alındığında vücuttan kısa zamanda atılamıyor. Bunun sonucunda da başta böbrek taşı oluşumu olmak üzere ciddi sağlık sorunlarına neden olabiliyor.” uyarısında bulunuyor.
Gelişigüzel D vitamini takviyesi yapılmamalı
Çocuk ve Ergen Endokrinolojisi Uzmanı Prof. Dr Serap Semiz, birçok multivitamin preparatında idame dozda D vitamini bulunduğuna, ancak buna rağmen ailelerin hem multivitamin, hem de sadece D vitamini içeren preparatları birlikte kullanabildiğine dikkat çekerek şunları söylüyor: “Kimi zaman da aileler önerilen dozu yanlış uygulayabiliyor. Ayrıca diş çıkarma ve yürümede gecikme nedeniyle reçetesiz ya da reçeteli depo D vitaminleri gelişigüzel kullanılabiliyor, iştahsız veya büyüme geriliği olan çocuklara destek olsun diye aynı anda birçok vitamin preparatları verilebiliyor. Bunların yanı sıra gıda maddelerine ilave edilen D vitamini uygun miktarların üzerinde olabiliyor. İşte tüm bu etkenler nedeniyle çocukların vücudunda gereğinden fazla D vitamini depolanabiliyor. D vitamini yağda eriyen ve depolanan bir vitamin olduğu için, günlük gereksinimin üzerinde alındığında vücutta birikiyor. Bunun sonucunda da ciddi sağlık sorunlarına neden olabiliyor. Bu yüzden D vitamini takviyesi hekim önerisi olmadan yapılmamalı.”
Böbrekler başta olmak üzere birçok sistem etkileniyor
Çocuk ve Ergen Endokrinolojisi Uzmanı Prof. Dr. Serap Semiz, D vitamini çok yüksek dozda alındığında D vitamini zehirlenmesi gibi önemli bir tablo gelişebildiğini belirterek sözlerine şöyle devam ediyor: “Bunun sonucunda; iştahsızlık, bulantı, kusma, kabızlık, idrar miktarında artış ve vücutta sıvı kaybı oluşabiliyor. Kaslarda güçsüzlük, hipertansiyon ve aritmi, kalsiyumun yumuşak dokularda birikmesine bağlı ciltte kaşıntı gibi sorunlara yol açabiliyor. Bunların yanı sıra idrarla kalsiyum atılımı arttığı için böbrekte kalsiyum birikiyor ve bunun sonucunda böbreklerde taş oluşabiliyor, hatta bu sorun böbrek yetmezliğine bile neden olabiliyor.”
Çocuklar güneş ışınlarından mutlaka faydalanmalı
D vitamini başlıca UV ışınları aracılığıyla deride, ayrıca besinler yoluyla provitamin olarak alınarak karaciğerde sentezleniyor. Ülkemiz güneş açısından oldukça şanslı bir çoğrafyada olmasına rağmen D vitamini eksikliği yüzde 3,8-19 gibi yüksek bir oranda görülüyor. D vitamini eksikliğinin pek çok nedeni var: Güneş ışınlarından yeteri kadar yararlanamamak, D vitamininden zengin besinleri yetersiz tüketmek, annenin hamilelikte ve emzirme döneminde artan D vitamini gereksinimi karşılayamaması, yine annenin güneş ışınlarını yeteri kadar alamaması. Ayrıca alınan D vitaminin bağırsaklardan emilememesi, karaciğer hastalıklarında endojen D vitamini sentezlenememesi ve başta epilepsi ilaçları olmak üzere bazı ilaçların kullanılması da D vitamini eksikliğine yol açıyor.
Bu öneriler D vitamini eksikliğini önlüyor!
Acıbadem Kadıköy Hastanesi Çocuk ve Ergen Endokrinolojisi Uzmanı Prof. Dr. Serap Semiz, çocuklarda D vitamini eksikliğini önlemek için almanız gereken önlemleri şöyle sıralıyor:
• Çocuğunuzun süt, karaciğer, yağlı balık ve yumurta gibi D vitamininden zengin gıdalar, süt ve süt ürünleri, pekmez, susam, fındık, fıstık, yeşil yapraklı sebzeler ve kuru baklagiller gibi kalsiyumdan zengin gıdalar ile beslenmesini sağlayın.
• Hamileyseniz veya emziriyorsanız günlük 500-1000 IU D vitamini alın.
• Çocuğunuza 1 yaşına gelinceye dek günde 400 IU D vitaminini düzenli olarak verin.
• Güneş ışınları çıplak deriye direkt temas edecek şekilde, çocuğunuzun günde en az 15-20 dakika güneş banyosu yapmasını sağlayın.
• Güneş ışınlarından faydalanabilmesi için çocuğunuzu çok sıkı giydirmeyin.
• Kışın güneşini her zaman görmek mümkün olmadığı ve güneş ışınları yeryüzüne eğik geldiği için kış aylarında doktorunuzun önerdiği idame dozda D vitaminini uygulayın.
Çocuğunuzda D vitamini eksikliği var mı?
• Kafa kemiklerinin pinpon topu gibi çökmesi,
• Alın çıkıklığı, kafa şeklinde değişiklikler,
• Bıngıldak kapanmasında gecikme,
• Kaburgalarda ve göğüs kafesinde şekil bozuklukları,
• Uzun kemik uçlarında kadeh şeklinde genişlemeler,
• Yürümede gecikme,
• Yürümeye başlayan çocukta bacaklarda X ve O şeklinde eğrilmeler,
• Başta terleme ve saç dökülmesi,
• Enfeksiyonlara yatkınlık D vitamini eksikliğine işaret ediyor.

BROKOLİ KANSER SAVAR BİR BİTKİDİR

Son yıllarda en önemli sağlıklı gıda gelişmelerinden biri olan brokoli filizinin, yoğun vitamin ve minerallerin yanısıra çok güçlü anti-kanserojen madde olan “Sulphoraphane” içermesiyle en güçlü kanser savaşçısı bitkilerden biri olduğu belirtildi. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tülay Aktaş Onkoloji Hastanesi İç Hastalıkları ve Tıbbi Onkoloji Uzmanı Doç. Dr. Canfeza Sezgin, “Sulphoraphane”ın sadece kanser hücrelerini değil, kanser kök hücrelerini de yok ettiğini açıkladı. Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakognozi ve Fitoterapi Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Erdem Yeşilada ise “ Brokoli etkisini vücutta faz II detoksifikasyon enzimlerini (glutatyon-S-transferaz) uyararak gösterirler.” diyerek “Brokolivücutta meydana gelen zararlı maddelerin (metabolitler) etkisiz hale dönüştürülerek böbreklerden atılmasını sağlayan vücudun savunmacı, temizlikçi elemanlarını desteklerler. Tamamen bir destek kuvveti. Bu etkileri bilimsel olarak ortaya konulmuş, gerek klinik çalışmalar ve gerekse saha çalışmaları ile doğrulanmıştır.”dedi.


Prof. Dr. Paul Talalay’ın uzun yıllardır brokoli üzerinde sürdürdüğü çalışmalar büyük değer taşıyor. Brokoli ve antioksidanların kansere karşı yürütülen savaştaki yararları konusunda bilim insanlarının açıklamaları şöyle:

Prof. Dr. Paul Talalay
John Jacob Abel Ödüllü Johns Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji ve Moleküler Bilimler Bölümü

Brokolinin lifleri, A vitamini, C vitamini, folik asit ve kalsiyum gibi beslenme açısından değeri olan birçok fayda sağlar. Bunun yanı sıra brokoli glukosinolatlar denilen fitokimyasalları (bitkilerde doğal olarak var olan bir kimyasal bileşik) içermektedir. Aynı zamanda SGS™ olarak bilinen bir glukosinolat –glukorafanin- vücudu kansere ve diğer hastalıklara karşı koruyan bir grup enzimin faaliyetini arttıran sulforafanı üretmektedir.

Bu bileşiklerin bitkiler tarafından esasen yırtıcı hayvanlara karşı savunma olarak üretildiğine inanılmaktadır.(Fahey 1997). Isı açısından istikrarlı ve suda eriyebilen glukosinolatlar, glukorafanini sulforafana dönüştüren fakat fiziksel olarak glukosinolatlardan ayrı olduğu için normalde aktif olmayan mirosinazı enzimiyle birlikte bitki hücrelerinde mevcuttur. Çiğneme veya yemeğin hazırlanması sonrasında, enzim serbest kalmakta ve sulforafan oluşumu başlamaktadır. Ancak her ne kadar mirosinaz ısıtma sonucunda (örneğin pişirme) etkinliğini yitirse de, insanın mide-bağırsak kanalının mikroflorası bu dönüşümü gerçekleştirmektedir (Shapiro 1998; 2001). Bu enzim dönüşümü kritik önem taşımaktadır çünkü sulforafan bu bileşiklerin biyolojik olarak aktif olan formudur. Glukorafaninin hayvanlarda ve insanlarda sulforafanın temin edilmesinde etkili bir ön taşıt olduğuna dair oldukça fazla sayıda kanıt vardır.

1992 yılında, bizim laboratuar ekibimiz brokoli ve lahana gibi kireçli sebzelerde mevcut olan sulforafan glukosinatın (SGS) öncüsü olduğu sulforafanı izole ettiğini belirledi. Kanıtlar sulforafanın dolaylı bir antioksidan olarak fonksiyon gösterdiğini ve uzun dönemlerde tek seferde birçok serbest radikali nötralize etmeyi başardığını göstermektedir.

Vücutta hücreleri oksidanların, toksinlerin ve her gün hücrelerimize saldıran diğer tehditlerin verebileceği hasara karşı korumaktan sorumlu bir enzimler ailesi –Faz 2 enzimleri- bulunduğu keşfettik. Bu Faz 2 enzimleri sistemi vücudun kendisini korumasına yardım etmek için milyonlarca yıllık bir süreçte doğa tarafından geliştirilmiştir. Ancak bu enzim sistemleri her zaman maksimum verimle çalışamamaktadır. Biz bu enzimleri harekete geçirebilen ve böylece hücreyi bu tür hasarlara karşı koruyabilen belirli bileşikler belirledik.

Bu bileşiklerden biri antioksidanlar olarak bilinmektedir. Antioksidanlar serbest radikallerin sebep olduğu hasardan hücrelerimizi koruyan fitokimyasalar, vitaminler ve diğer besin maddeleridir. Oksidasyona bağlı hücre hasarının kanserin ortaya çıkmasında, yaşlanmada ve birçok kronik hastalıkta rol oynadığı düşünülmektedir. Antioksidanlar oksidasyonu engelleyemeye yardımcı olabilir, bağışıklık sisteminin tepkilerini arttırabilir ve muhtemelen enfeksiyon ve kanser riskini azaltabilir.

Can Feza Sezgin.jpg

Brokolide bulunan ve uzun etkili birantioksidan olan SGS, 72 saat boyunca (üç gün) etkisi kanıtlanmış koruma sağlamaktadır ve bu süre C ve E vitaminleri ve beta karoten gibi etkisi sadece birkaç saat süren direkt antioksidanların etki süresinden uzundur. Bunun yanı sıra bizim laboratuarlarımızda ve dünyadaki diğer laboratuarlarda yapılan çalışmalar Faz 2 detoksifikasyon enzimlerinin aynı zamanda anti-bakteriyel, anti-enflamatuar, anti-UV-Işığı-Hasarı etkilerine ve potansiyel faydaları oldukça arttıran diğer eylem biçimlerine sahip olduğunu göstermeye odaklanmıştır.

Çalışmalarımıza brokolinin hastalık önleyici bileşenleri ve en etkilisi sulforafan olan fitokimyasalları içerdiği keşfettiğimiz 1990’lı yıllarda başladık. Doğal bir bileşik olan sulforafan, koruyucu enzimleri harekete geçirerek vücudun doğal kanserle mücadele etme yeteneğini aktive etmektedir ve Bilimler Akademisi Toplantıları adlı yayında basılan bu keşif tüm dünyanın ilgilisi çekti ve taze sebze tüketiminin arttırılması ile kanser riskinin azalması arasındaki bağlantıya dair anlayışımızda bir devrim yarattı. Bundan sonra yapılan çalışmalar sulforafanın göğüs ve kolon kanserinin ve aynı zamanda farelerde diğer tümörlerin gelişimini önlediğini ve kanserin önlenmesinden ve kansere karşı korunmada önemli bir rol oynadığını ortaya çıkardı.

Bitkiler üzerine uzman bir kişi arayışımız sonrasında, Dr. Jed Fahey 1993’te ekibe katıldı ve brokoliyi bu derece önemli kılan sırların ne olduğunu araştırmaya başladı. Kısa bir süre içinde Dr. Fahey bitki ne kadar küçük olursa, kemo-koruyucu veya kanserle mücadele etkisinin de o kadar fazla olduğu buldu. Tohum sulforafanın öncü molekülünün (sulforafan glukosinolat veya SGS) en konsantre durumda yer aldığı kısmıdır ve bu madde bitki büyüdükçe sulanmaktadır. Genetik de bu işte bir rol oynamaktadır; bu yüzden çok yüksek seviyelerde sulforafan glukosinat içeren bitki türleri yetiştirdik.

Zaman içinde, brokolide bulunan bu önemli koruyucu bileşiğin genç üç günlük brokoli filizlerinde daha olgun brokoli bitkilerine nazaran 20 misli fazla olduğunu ve bunların tohumdan çıkarılabileceğini bulduk. John Hopkins Üniversitesi’nde ve tüm dünyada yer alan laboratuarlarımızda yapılan 10 yıllık araştırmalar sonrasında, elde edilen sonuçlar sulforafanın potansiyel kanser önleyici etkileri olduğunu gösterdi. Araştırma ekibimiz şu anda sulforofan ve sağlığı koruyan ve kanseri önleyebilen diğer fitokimyasallar üzerinde çalışmaya devam ediyor.

Johns Hopkins Üniversitesi bilim adamlarının gerçekleştirdiği çalışmaların sonunda brokolinin içinde keşfettikleri sulforaphane glucosinolate maddesinin kanserden korunmaya yardımcı olduğuna dair 700’e yakın bilimsel çalışma yayınlanmıştır.

Doç. Dr. Canfeza Sezgin
İç Hastalıkları ve Tıbbi Onkoloji Uzmanı
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tülay Aktaş Onkoloji Hastanesi

Brokoli filizinde bulunan sülforafan isimli doğal bileşik, kanser hücrelerinin yanı sıra kanser kök hücrelerini öldürmektedir. Ayrıca hava kirliliği, sigara içilmesi, hepatit hastalığı, kolesterol yüksekliği gibi durumlarda insanlarda ciddi yararı olduğu bilimsel çalışmalarda gösterilmiştir. Bu nedenle üzerinde en çok durulan antikanser doğal ürünler arasında gelmektedir. Bilimsel alanda yapılan yüzlerce araştırmada kaliteli standardize brokoli filizinin gerek laboratuar, gerek hayvan, gerekse insan çalışmalarında ciddi bir yan etkisi olmadığı gösterilmiştir. Kanser riskini arttırdığına dair hiçbir bilimsel çalışma bulunmamaktadır. Brokoli ve benzeri grupta bulunan sebzelerin sağlık için yararı bilim dünyasında tartışmasız kabul görmektedir. Daha yeni yapılan ve Annals of Oncology dergisinde Aralık ayında yayımlanan yüz binlerce sağlıklı insanın değerlendirildiği meta-analizde başını brokolinin çektiği sebzelerin bol miktarda tüketilmesinin kalınbağırsak kanserini riskini belirgin şekilde azalttığı gösterilmiştir.

Özellikle; alkol tüketimi, sigara tüketimi, ciddi hava kirliliği, damar sertliği, şeker hastalığı, sinir sistemi hastalıkları ve kanser gibi hastalıklarda serbest oksijen radikali olarak isimlendirilen ve normal sağlıklı hücrelerin gerek hücre duvarına gerekse genetik şifresine hasar vererek hücrelerin yapısının değişmesine, fonksiyonlarının bozulmasına neden olan maddelerin vücuttaki miktarı artar. Doğal antioksidan bileşenler (brokoli filizinde, sulforafan; zerdeçalda, curcumin; zenzefildeki, gingerol gibi) bu hasarın azaltılmasında, normal hücrelerin korunmasında yararlı olmaktadır ve bu birçok bilimsel araştırmada gösterilmiştir. Günümüzde de saygın bilim adamları tarafından tamamlayıcı ‘Yeşil Tedavi’ konsepti bilimsel araştırmalar neticesinde geliştirilmiş ve uygulanmaktadır.

Prof.Dr. Erdem Yeşilada
Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakognozi ve Fitoterapi Anabilim Dalı Başkanı
DNA sarmalını keşfeden Nobelli ünlü bilim adamı James Watson’un yayımlanan bir yazısında ifade ettiği görüşlerine dayanarak antioksidanların zararlı olduğu konusunda yapılan yorumlar ne derece gerçekçi? Bu kadar ünlü ve saygın bir bilim adamının görüşlerini tartışmak elbette haddim olamaz. Ancak burada tartışılması gereken husus, Prof.Watson’un görüşleri değil, buna bağlı olarak yapılan yorumlar.

Bunca teknolojik gelişmeye rağmen insanoğlu hâla doğanın ve insan vücudunun gizemi karşısında çaresiz. Bizler içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda, insanların Mars gezegenine üs kurmaya hazırlandığı çağda, hâla “Vitaminler etkisiz mi?”, “Yüksek Kolesterol yararlı mı- zararlı mı?” konularını tartışıyoruz. Komik değil mi? Kanımca burada önemli husus herkesin konuya dar bir açıdan bakması. Çünkü herkesin “yarar” ve “zarar” tanımı farklı. Çünkü insanlar “etki” veya “yararı” çizgi karakter Temel Reis’in Ispanak konservesi gibi görmek istiyor. Aslında tüm insanlar ya da bilim adamlarının beklentileri bu; bir ıspanak konservesi yediğinde müthiş bir güce erişmek.

Esasında gazetelerde yer alan haberi hazırlıyanlar yaratıcılıklarını kullanarak manşete Watson’un yorumunu değil de herkesin gözdesi antioksidanlar ürünleri taşımışlar. Brokoli, yaban mersini, nar, sarımsak, portakal, böğürtlen, zeytinyağı, zencefil; ne kadar antioksidan varsa… Kanserlerden koruduğu bildirilen ne kadar antioksidan varsa hepsi. İnsanların kafası duman içerisinde; tam bir hayal kırıklığı.

Gelin şimdi işin aslına bakalım! Prof. Watson’un söyledileri zaten yeni bir şey değil. Biraz bilimle uğraşan herkes biliyor; antioksidanlar fazla miktarda kullanılırsa “prooksidan” da olabilir. Yani hücreye, amaçlananın aksine, oksidatif hasar vermeye başlayabilir. Ben bu konuyu yazılarımda sıklıkla gündeme getiririm. Fazla kullanıldığında “su bile öldürebilir”. Önemli olan dengeli, ölçülü, uygun kullanımdır

Gelelim brokoliye; haberlerde yazılanın tersine “Brokoli bir Antioksidan değildir”. Haberi hazırlayanlar belli ki antioksidan konusunda bilgi sahibi değil. Brokoli etkisini vücutta faz II detoksifikasyon enzimlerini (glutatyon-S-transferaz) uyararak gösterirler. Yani vücutta meydana gelen zararlı maddelerin (metabolitler) etkisiz hale dönüştürülerek böbreklerden atılmasını sağlayan vücudun savunmacı, temizlikçi elemanlarını desteklerler. Tamamen bir destek kuvveti. Bu etkileri bilimsel olarak ortaya konulmuş, gerek klinik çalışmalar ve gerekse saha çalışmaları ile doğrulanmıştır.

Aklıma gelen bir başka benzeri bir konuyu hatırladım. Bundan otuz yıl kadar önce bazı deneysel bulguları yorumlayarak “elmanın kansere yol açtığı” bilgisi gündeme bomba gibi düşmüştü. Tabii o zamanlar internet olmadığından fazla kişinin haberi olduğunu sanmıyorum. Ancak bu gün gelinen noktada Amerikan Kanser Enstitüsü “NCI” web sitesinde “günde bir elma kanseri önler” diye yazıyor.

Dr. Yasemin Bradley
Bradley Beslenme Danışmanlık

Obezite ve kanser üzerine değişik ülkelerde sürekli çeşitli bilimsel konferanslara katılıyorum. Bu konferanslarda araştırmaları yapan dünyaca ünlü üniversitelerden bilim adamları, profesörler şimdiye kadar hep dile getirilen yüksek antioksidan içeriği olan sebze ve meyveleri bol tüketmenin kanserden koruduğunu paylaştılar.

Uzun yıllardır edindiğim tecrübemle çok güçlü bir gözlemim var: Uzun ve sağlıklı yaşayanlarla konuştuğum, nedenlerini araştırdığım TRT Haber’de yayımlanan ‘Dr. Yasemin Bradley ile Reçetesiz Hayat’ adlı bir programım var. Bu program için Anadolu’yu dolaşırken uzun yaşayan insanlarda hep tanık olduğum yüksek antioksidan içeren gıdalarla beslenmeleri. Ben beslenme üzerine çalışan bir tıp doktoru olarak yüksek antioksidan gücü olan besinlerle beslenmeye devam edeceğim.

TÜRKİYE’DE 600 BEBEKTEN BİRİ HAYATA YENİK BAŞLIYOR

Türkiye’de her 600 bebekten 1’i hayata yenik başlıyor

Dr. Fizyoterapist Gamze Şenbursa, Türkiye’de her 600 bebekten birinde doğum öncesi, doğum sırasında veya doğum sonrası beyinde meydana gelen yaralanma sonucu Serebral Palsy (CP) olarak ifade edilen fonksiyon bozukluğu ortaya çıktığını söyledi.

ABD’de toplam nüfusun 1000’de 2’sinin Serebral Palsy olduğunu belirten Dr. Fzt. Gamze Şenbursa, akraba evlilikleri, hamilelik döneminde geçirilen hastalıklar, doğum şartlarının olumsuzluğu, ilk çocukluk yıllarında bebeklerde bulaşıcı ve ateşli hastalıkların fazlalığı, beslenme yetersizliği gibi nedenlerin Türkiye’deki vaka sayısını artırdığını bildirdi.

Dr. Şenbursa, hayatın ilk anlarında oluşan ancak bireyin tüm yaşamını etkileyen beyin hasarları ve tedavi yöntemleri hakkında şu bilgileri verdi:

YÜZDE 60’I DOĞUM SIRASINDA OLUŞUYOR

“Serebral Palsy’nin doğum öncesi nedenleri %30’luk bir kısım içerir. Anne-baba arasındaki akrabalık veya kan uyuşmazlığı, hamilelik sırasında geçirilen enfeksiyon hastalıklar, kullanılan ilaçlar, geçirilen kazalar bu nedenlerden bazılarıdır. Prematüre doğum ve düşük doğum ağırlığı, sezeryan, morarma, doğum sırasında hatalı forceps (doktorların kullandığı bir materyal) kullanımı, oksijensiz kalma, doğum sırasındaki nedenlerdir ve %60’lık bir kısmı içerir. Travmalar, yüksek ateşli hastalıklar, zehirlenmeler, tümörler, sarılık gibi nedenler doğum sonrası %10’luk kısmı oluşturur.”

BEŞ SINIFA AYRILIR

“Serebral palsy beş şekilde sınıflandırılır. Spastik çocuk CP teşhisi altında etkilenen vücut kısmına göre tanımlanır.

Monoplejik; Sadece tek bacağı/kolu etkilenen,

Diplejik; Bacaklarda baskın tutulma olan,

Kuadriplejik; 2 kol ve bacak etkileyen,

Hemiplejik; Vücudun bir yarısı tutan çeşididir.

Distonik tip kas tonusu bozukluğu ile karakterizedir. En çok atetoid tip görülür, istemsiz ve yılanvari hareketler mevcuttur.”

Ailelerin ortalama 1-1,5 sene içinde çocuklarındaki problemi tespit edemediklerini veya çocuklarına problemi kondurmak istemedikleri için vakit kaybettiklerine dikkati çeken Dr. Şenbursa, psikolojik açıdan yıkılan ebeveynlere şu önerilerde bulundu:

“1 aylık bebekte sürekli ağlama, emme bozukluğu, ısrarlı ve sürekli kusma, çevresinden gelen uyarılara cevap vermeme, havale; 2 aylık bebekte, 1 aylık bebekteki belirtiler, bulunması gereken reflekslerin kaybı, kas kasılma bozuklukları; 3 aylık bebekte gözde istemsiz ritmik hareketler, bel kaslarında oluşan spazm sonucu vücudun yay gibi gerilmesi, bebeğin gülmemesi, annenin yüzüne bakmaması; 4 aylık bebekte baş kontrolünün olmaması, şaşılık, bazı reflekslerin devam etmemesi; 8 aylık bebekte dönme ve oturma aktivitelerinin olmaması, el göz koordinasyonunun yokluğu, tekme atarken iki bacağında geriye gitmesi, uzun oturmada bacakların makaslama hareketi yapması; 10 aylık bebekte emeklemenin olmaması ya da her iki bacağın birden çekilerek, sıçrar tarzda emekleme, ayağa kalkmada zorluk, ismi ile çağırılınca tepki vermemesi, ağızdan salya akması, verilen yiyeceği ağzına almaması ya da ağzına götürememesi; 1 yaşındaki bebekte tutunarak yürüyememe, parmak ucunda yürüme, makaslama şeklinde yürüme gibi belirtiler görülür.”

TEDAVİ YÖNTEMLERİ

Ailelerin çocuklarını dikkatli gözlemesini ve bu tarz durumlarda bir uzmana başvurmasının erken teşhis olanağı sağladığını vurgulayan Dr. Şenbursa, tedavi yöntemleri hakkında şu bilgileri verdi:

İlaç tedavisi: Hastalığı ilaçla tedavi etmek olanaksızdır. Sadece spastisiteyi bir miktar azaltmak, nöbetleri kontrol altına almak veya salya problemi için kullanılabilir.

Cerrahi Tedavi: Cerrahi sinirlere, kaslara, kemiklere yönelik olabilir. En sık yapılan cerrahiler kas tendon gevşetme, uzatma, transfer, kısaltma veya kemik artrodez ve osteotomidir.

Fizik tedavi ve rehabilitasyon: Cp’li çocuğun klinik tablosu, Cp’nin nedenine, lezyonun şiddetine, şekline ve eşlik eden semptomlara bağlı olarak çocuktan çocuğa değişir. Bu nedenle her çocuğun tedavi ve rehabilitasyon programı farklılık gösterir. Fizik tedavinin amaçları kolların normal veya normale yakın kullanımını sağlamak, bacakların fonksiyonel kullanımı ve yürümeyi arttırmak, çocuğa normal veya normale yakın görünüm kazandırmak, anlaşılabilir konuşma öğretmek, Cp’li çocuğun eğitimi konusunda aileye yol göstermektir.

Ev egzersiz programında dikkat edilmesi gereken konular; egzersizler aile tarafından öğrenilmeli ve evde her gün tekrar edilmelidir. Egzersizler çok uzun ve sıkıcı olmamalıdır, oyun aktiviteleri ile birleştirilerek yaptırılmalıdır. Oturma, emekleme, dizüstü durma, ayakta durma gibi gelişim aşamaları terapistin uygun gördüğü zamanlarda başlatılmalıdır.

İş uğraşı terapisi: Çocuklara motor fonksiyonlarını kullanma becerisi sağlar. Genel amacı çocuklara günlük yaşam aktivitelerinde bağımsızlık kazandırmaktır. El fonksiyon ve kavramalarını geliştirme, tuvalet eğitimi, giyinme ve soyunma, beslenme yönündeki becerileri üzerinde çalışılır.

Klasik tedavilerin yanı sıra uygulanan birçok tamamlayıcı ve alternatif teknik bulunmaktadır. Bu teknikler ile alakalı en önemli sorun alanında uzman olmayan kişiler tarafından yapılan uygulamaların çocuğa verdiği zararlardır. İleri seviyede verilen vaatler gerçekleşmemekle beraber aileyi maddi ve manevi açıdan zora sokmaktadır. Bunun için ailelerin uygulayan kişinin eğitim ve ünvanını sorgulamaları ucuz tedavi yöntemlerine tamah etmemeleri gerekmektedir.

Refleks terapi: Refleks Terapi, ayaklara ve yüze uygulanan özel ovma ve basınç hareketleriyle vücudun belli bölgelerinde bloke olmuş enerjiyi çözerek, bedenin kendi kendisini iyileştirme gücünü harekete geçirmesi olarak tanımlanabilir. Refleks Terapi ‘denge’ sağlayan bir terapidir. Refleks Terapisi kişinin kendisini, fiziksel, duygusal ve ruhsal bakımdan iyi hissetmesini sağlar ve kişiye doğal dengesini kazandırır. Refleks Terapi, bedenin tüm bölgelerine, beyine, merkezi sinir sistemine, organlarına ve sistemlerine karşılık gelen refleks noktaları, akapunktur noktaları ve sinir noktalarının ayaklarda ve yüzde olduğu ve bu noktaların beden anatomisinin aynası olduğu prensibine dayanan bir sanattır. Refleks Terapi, özel el ve parmak teknikleriyle bu refleks noktalarına basınç ve ovma yoluyla uygulanır. Derin rahatlama sağlar, kan akışını arttırır ve dengeler, uykusuzluğu azaltır ve derin uyku sağlar, Spastisiteyi (kas kasılması) azaltır, eklem hareketliliğini arttırır, Vücuttan toksinleri temizler, Hormonları dengeler, Sindirim sistem ve bağırsak problemlerini azaltır. Refleks Terapi, refleksoloji tedavisi ile karıştırılmamalıdır. Refleksolojide herkese aynı uygulanan tedavi, refleks terapide çocuğun etkilenen beyin bölgesine, organa ve semptomlara göre tamamen kişisel olarak planlanır. Sonuçlar 1 ay ila 3 ay arasında gözlemlenmeye başlanır. Haftada 1-3 seans arasında değişen sıklıklarla yapılır. Sonuçlar ve tedavinin sonlanması hastada oluşan değişikliklerle paralel olarak değerlendirilir.