5053873217 [email protected]

Haluk Vefa Özdemir Can Havli adlı ilk romanını ücretsiz erişime sundu.

Bir süredir üzerinde çalıştığı romanını son düzeltmeler sonrası 2019 sonunda kişisel sayfası üzerinden okuyucuları için yayınladı.

<halukvefa.com>

<www.halukvefa.blogspot.com> adresinden erişime açtığı romanı ücretsiz okuyabilirsiniz.

Yazarın Önsözü
(UYARI: Olumsuz örnek içerir.)

Can Havli: Somurtkan yüzüyle hayat. “Can Havli” bu; ölüm döşeğindekinin başı ucunda göbek havası olamaz ki! Şen şakrak bir şeyler bekleyenler bu kitabı bıraksın elinden.

Can Havli, sürüklemez. Hayat kadar sürükler.

Hayatı sevmeyen, ona tahammül edemeyen bıraksın kitabı elinden.

Hayatta ve insanın kafasının içinde tekrar eden şeylere, (tekrar da yoktur ya; acılar, damla damla…) dönüp duran “çizik plak”a dayanabilecek sağlam bir sinir sisteminiz yoksa da bırakmalısınız bu kitabı elinizden. Adam boşuna bunalmıyor. Bir de iyi yanı var tekrarın: Fark edilen bir hatanın bir sonrakinde yapılmaması şansını tanımak gibi… Birikim, acının ayıklanmasını sağlar. Birikimin dönüştürme gücü… “Sıra sıra büklüm büklüm kütüklerin tekrarı” ( Nazım Hİkmet) “Helezonik (sarmal)” gelişim…

Okumaktan vazgeçmek, okumaktan kolay nasıl olsa… Yiğit olan, “yol”u yürür; kestirmeler aramaz.

Bu kitap için ön söz yazmak zor değil… Belki de yazmamalı. Ön sözlü hayat mı olur!

Öncelikle, “Hiç kimsenin etkisi ve baskısı altında kalmadan bu kitabı okumaya “evet” diyor musunuz?” diye başlamalıyım. Öyle ya, ömür boyu, “iyi ve kötü günde” sizinle olacak. Size eklenecek. Size sinecek.

Mutsuzlarda, insan soyunun ümidini, tesellisini ve yaşama tutunamayacakları gerçeğinin sızısını; mutlularda, gafil avuntular içinde bilgisizliğin ve yarınsızlığın acısını yaşayacaksınız. Bu acıya sızıya dayanamayacaksanız da, kitabı elinizden bırakınız. İnsanlar boğuluyor bu kitapta. “Kurtaramayacaksanız, yaklaşmayınız!” Kayıtsız kalmanız “menfaatiniz icabı”dır!

Birbirine karışan renkler… Birbirine karışan sesler… Birbirine karışan görüntüler… Hangi kameradan aldığımızı karıştırdığımız görüntüler… Maddeten ve manen usul usul ölümler… Maddeten ve manen gizli gizli savaşlar… illüzyonlar…
“Sen bakma onların öyle yakın göründüklerine
Bir hayli uzaktır yıldızlar birbirine”

“Dolaşır etrafımda sarmaş dolaş âşıklar
İçimden emin bir ses ısrarla der ki bana
Sen bakma ona buna sarıldıklarına
Hep kendine doğru yol alır sarmaşıklar”

Keşke apaçık ortada, anlaşılabilir olsaydı her şey. Bu olamıyorsa, hiç değilse can sıkacak kadar belirsiz olmasaydı. Ama öyle işte… Hayat. Kitap da öyle: Sehl-i mümteni der eskiler. “İdeal olan”la “gerçek olan”ın sınırında sayıklamalar, özlemler… “Yine çocuk olsak/ yine bir kara harman etrafında toplansak/ gözlerimiz dupduru/ yüreklerimiz çırılçıplak/ elimiz yüzümüz kapkara üstümüz başımız toz toprak/ dilimiz sürçer de yüreğimiz ağzımızdan kaçar diye korkmasak/ yine çocuk olsak/ sarhoşluğa sığınmadan yaşasak.” Bu nedenle bu kitap, düşlerin ölümüne gizli bir ağıttır; trajedidir ama kahramanı yoktur. Karnavalisttir, neşe yoktur, “sarhoşça”dır, içmemiştir. Reddiyeler manzumesidir, protesttir, deli raporuyla sıyırma derdinde değildir. S/ayıklamalar, desek de olurdu; ama korkakça olurdu. Sarhoşluğun ruh çağırması değil bu. Son derece bilinçle yazılmıştır. Cezayı hak eder.

Her şey belli ve ortada gibi durur durmasına; sen de görüyor, duyuyor, yazıyorsundur sözde. Bir bakarsın ki iş başkaymış. Hemen hemen hiçbir şey, göründüğü gibi değildir. İnsanın kendisi hakkındaki ve başkasının onun hakkındaki algısı başkadır; sen birisine acırsın, acıdığın sana acır; sen birilerini beğenmez yarınsız bulursun, senin beğendiklerinin yarını yoktur; her şeyin farkındayım zannedersin, hakkında ne düşünüldüğünden haberin yoktur; velhasıl, gerçekliğin bir insan tarafından algılanabilme olanağı yoktur. Herkesin algısını toplasan da gerçekliğe ulaşamazsın. Çünkü İnsancaya çevrilmiştir HER ŞEY. İnsancalar toplamından tanrıca çıkmaz.

Kesin olan bir şey varsa, farkında olanların daha yüklü, daha ağrılı, acılı olmasıdır. Keçiler oynaya zıplaya iner dağlardan. Koyunlar çobanın peşinden koşarak gelir satışa, mezbahaya. “Yükü büyük taşır.”

Can Havli’yle ortaya bir “ceviz” konulmuştur. “Cevizin kabuğunu aşıp özüne ulaşamayan, onu kabuktan ibaret zanneder.” ( İmam Gazâlî) Biz, bu sözü, burada, bütün anlamlarıyla kullanıyoruz. Gazalî’nin, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet katmanlarını kastettiğini de hesaba katarak… Gündelik ritüellerden can dolaşımına uzanan akışın da içerildiği bir yapı var ortada.

 


Romandan Bölümler;

 

Bundan kırk yıl önce sınırsız düşleri vardı Teslim’in. Hayalperest denilebilecek kadar ütopik beklentiler adamıydı.

“Komşunun bahçesinden eğilen dallar gibi”
Göklerimde uçurtmalar dönecek
İpi Hiroşima’da bir çocuğun elinde”

gibi;

“Ruhum yakasını yırtar
Her ne giyse dar üstüne
Budansa da yine sarkar
Bu dallar duvar üstüne”

gibi;

“Yine çocuk olsak
yine bir kara harman etrafında toplansak
gözlerimiz dupduru
yüreklerimiz çırılçıplak
elimiz yüzümüz kapkara üstümüz başımız toz toprak
dilimiz sürçer de yüreğimiz ağzımızdan kaçar diye korkmasak
yine çocuk olsak
sarhoşluğa sığınmadan yaşasak.”

gibi;

“pervasız ve şartsız
bütün çiçekleri sevdim diye
kim inandırdı seni
aykırı bir ölümü seçtiğime

ben kuşların balonların uçurtmaların
sınırsız dünyalarına sürüyorum yüreğimi
yarım kalır diye bir türküye başlamamak yok
kalacaksa kalır
ömrümüz gibi”

dizelerini dilinden düşürmezdi o günlerde; “yol ayrımı” derdi buna. Değişti mi? Pek sayılmaz. Şimdilerde de:


İki pınar suyu gibi karışırdık eteklerde
(…)
Kınanmak aşkın tacıdır, takındık.
Biz sevişiriz, bulutlar sevişir
Üstümüzden uyruksuz pasaportsuz kuşlar katarı geçer
Akarsu yataklarının kumunda çakılında mülteci dallar yeşerir”

diyordu. Kendisi de biliyordu aslında, onun için huzurun ulaşılabilir bir yerde olmadığını.

 


 

“KALABALIK BİR PORTRE

Hayvanlar nesinden ayrılır birbirinden  bilmem

İnsanlar, hevesinden

Biz, hevesi büyümeyen bir soyduk.

Kaç kuşak öteden beri biz ekmeğe göz koyduk

Açlık sinerdi dünyaya dedemizin nefesinden

Yaşamadık, seyrettik Işıklı caddeleri ve zengin vitrinleriyle bu kenti

Reddedilmiş kadın mesafesinden

Elbet susturmak isterler beni

Kim dinlemek ister

Yokluğu, yoksulluğu, “isteme”yi

Çizilmiş bir plak sesinden.

Şimdi tarihin iğnesini yüreğimize koyduk.

Dinle:Biz açık işgal altındaki bir yurduz

Kollarımıza verip bütün gücümüzü

Onurumuzu başımızın üstünde tutuyoruz.

İnsanın yüreğiyle yumruğu hep benzetilir Yumruğu gevşek olanın yüreği de gevşektir Direniyoruz.”

Genç Teslim’in otuz yıl önce sevdiği şeylerdi bunlar; şimdi bu direngenliği de bulamıyordu kendisinde. Güzel de bulamıyordu bu tür söyleyişleri; ama, Karasöz’ü de anlıyordu.

Çizik plak dönüp duruyordu… düşüncelerine kramp girmiş gibiydi. “Git, git, git.” Gitmeliydi, gidecekti.


 

Bu “portre siparişi”ni Matrak Elvan’dan da çokça duymuştu. Matrak Elvan: “Herkes yaşam kalitesini artırmanın derdinde.” gibi  “Pek çok kişi vardır ki, ömür dediğin bu felakette, bu enkazda, bir yaşam üçgenine tutunarak hayatta kalabilmiştir.” gibi sözler eder; böyle basit sözcük oyunlarını severdi. Teslim Elvan’ın bu huyunu sevmezdi ama böyle bir aklına geldi mi de sözleri zihninde döner dururdu. “Kadın bu, ‘patlattın beni’, ‘patlattın beni’ diye diye  patlatır seni” derdi mesela. Sıkıntılı olduğu zamanlarda bile böyle lastikli konuşmaları severdi o. Sahilde olduğu bir gün Teslim’i arayarak: “Nerdesin? Buluşsak bir iki saat, dedimdi, demiş, Teslim: “Çok önemli bir şey yoksa, eve gidicem,” dediğinde, “Yok, önemli değil, birbirimizin bitini kırarız, demiştim; senin ihtiyacın yoktur da…Aç yaranı, açayım yaramı, gibisinden görüşelim dedimdi.” demişti. Ağrılıydı, acılıydı yine belli; ama esprisiz de konuşmuyordu kendince.  Onun için espriydi böyle modası geçmiş lastikli söz kullanmalar. Buradaki “bitimizi kırma”, el içine çıkan üslubuydu. Samimiyeti ve yardımlaşmayı, hayvanların birbirinin yarasını yalamalarını örnek vererek, “Yala yaramı, yalayayım yaranı” diye ifade ederdi o.  Elvan işte… Hamile kadına: “Ne yedin ki karnın şişti?” diyen utanmaz Elvan işte… “Gel, gel, Sahil’de  Cafe’nin önündeyim, gel” demişti o gün Teslim.

Sahnedekiler sarsıcıydı vesselam. İzleyiciye öyle bir iksir hazırlanmıştı ki içenin vücut kimyası değişiyordu.

Gözlerini yerlerinden çıkarıp silip yeniden dünyaya bakası geliyordu insanın. Eski bildikleri gibi değildi hiçbir şey.  Herkesin “aptal”, dediği Kadir, aptal değildi; ahlaksız dediği Cevdet, Nezahat, Kübra ahlaksız değil, suçladığı Halil suçlu değildi belki. Hepsinin hikayesi geçti gözünün önünden. Bir film yapıp insanlara işin aslını göstermek geçti içinden. “Uzaktan yakına-Dıştan içe ” diye bir kısa film yapmıştı bir gün Nagı, sen seversin, diyerek göstermişti. Uzaktan yem yeşil görünen zeytin ağacına kamerayla yaklaşıyor, dibine vardığında, göydesindeki oyuklar, delikler görülüyordu. Ağacın oyuğunda ateş yakılmış, oyuklarına türlü çeşit çöp atılmıştı. Ağacın gövdesi yeşil kısmını zor zaptediyordu. Bir yanından bakınca öbür tarafı çerçeveden görür gibi oluyordunuz.  Bir zaman aralığından sonra ağacın son nefeslerini verdiği anı görüyordunuz. (Tabii o yüzyıl beklememiş bu görüntüyü almak için. ilk görüntüyü Kartal’daki bir ağaçtan, son görüntüyü, Pendik’teki ağaçtan alıp, işte size ağaç; insan içinde zeytin ağacı olma gerçeği bu.” demişti.) İnsandan ümidini kestiği halde, onu herkesin görmesini nasıl istemişti şimdi. İnsanın ağlayası geliyordu. Tabii, ağaç oyuğunun çerçevesinden bakılınca gülen insanlar geçiyordu o arada yoldan. Çerçeveden seyrediyordunuz onları. Sonra kambur, büklüm büklüm bükülmüş demek daha doğu bir çam ağacı geliyor, eğile büküle insanların elinden kaçmış kurtulmuş gibi. insanlar gülüşerek geçiyor yanından ona hiç aldırmadan. Arabalar geçiyor yanından, kediler sevişiyor; üç katlı kedi görüntüsü, okul müdürünün gözünden bir adlandırmayla… Teslim “Olmuş”, demişti.   Nagı’ya da yazık olmuştu. Kavanozda nohut gibi, çimlenememişti işte.

Sahne, gözünün önünde, sesini hiç kesmiyor, kulağına bağırıyor gibiydi Teslim’in.

Dünya ayağımızın altında bizi bin bir yönden etkileyerek dönüyordu. Biz üstünde dengede kalabilmek için bulunduğumuz anda ve konumda bir şeyler yapmak durumundaydık. Ömür, boydan boya can havliyle geçirilen bir süreçti. İnsan bebekliğinde ne bulsa ağzına götürerek keşfe daldığı gönlerden pek de farklılaşmadan göçüp gidiyordu dünyadan. Herkesin dünyaya ilk gelişiydi. İnsangillerin de bedeniyle ruhunun rızkını çıkarmak için denemek, keşfetmekten başka çareleri yoktu. Onlar da ömür boyu, gizli saklı, onu yapıyorlardı, ne yapsınlardı… Hatta, insanın yaptığı her şey “nefs-i müdafaaya girer”di.

 

tamamı için

<halukvefa.com>

<www.halukvefa.blogspot.com>